ABDÜLBAKİ g ö l p in a r l i DİVAN EDEBİYATI BEYANINDADIR MARM ARA KITAHIİVI İSTANBUL t 94 S Divan Edebiyatını yeni bir görüşle inceleyen bu eserin teıtibi İstanbulda yapılm ış M a rife t ve basılmıştır. M A R M A R A B asıınevlnde B asım evind e 1945 yılında Hayat daimi bir oluştur ve yaşıyan,~her an kendi kendisini imal etmektedir. Kaya gibi yerinde duran, nabzı bile atmıyan, kaynayıp taşmıyan, köpürüp coşrnıyan, hayat ve hayatiyet eseri göstermiyenlere şu kadarcık bir sözüm var : Siz, durduğu nuzu sanıyorsunuz ama zaman akıyor ve siz de bu akışın içindesiniz. Fuzulî der ki : Âşiyân~ı murg-ı d il zülf~î perişanındadır Kande olsam ey peri gönlüm sertin yânındantr Işk derdiyle hoşam el çek ilâcım dan tabıb K ılm a derman kim helâkım zehri dermânındadır Çekme dâmen nâz edüp ûflâdelerden vehm k ıl Göklere âçılmasun eller k i dâm ânındadır Mest-i hâb'i nâz olup cem'ei dil-î sad-pâremi Kim anın her pâresî bir nevk-i m üjgânındadtr Gözlerim yâşın görüp şûr etme nefret kim bu nem O l nemekdendir ki la*l*î şekker efşânındadır Bcs ki hicrânındadır hâsiyyet-î kat'-ı hayât O l hayât ehline hayrânam ki hicrânındadır Ey F uzulî şcm*veş mutlak açılm az yanm adın Tâblar kim sûnbâlünden rişte^î cântndadır B e lk i güzel, fakat çevir yaprağı artık! bu Baki de şöyle s a y ık la r: Z ü lfü n î ğörsem izârın üzre ey vcch-ı cemîl Sânuram zenci r şeklin bağlamıştır selsebîl Secde-î hâk-î ser~ı kuyunla mâh-ı çârdeh Çi/ıre-ı zerdin gnbâr-âlûde kılmış bir zelil C ûm i- i ışkında yârın çcrh bir k ın d îld ir Âftâb-ı âlem-efrûz âna bir rûşen fit il Yollar etdî çihre-ı zerdinde seyl-î eşk ile Çeşm-i giryan benzer ol sakkaaya kim eyler sebil Muntazır olsa nala nerkis gubâr-ı râlıına Tutyaya B âkııjâ muhioc olur çeşnı-î a lil _ju yaprağı büsbütün çevir; bu, sana hiç bir şey söyliyemez. N ef ’î de Hem kadeh hem bâJc hem bîr şûh sâkîdir gönül E hl i ışkın hâsılı sâhib-mezâktdır gönül Bir nefes dîdâr içün bin can fedâ etsem nola Nîce demlerdir esîr-î iştiyakıdır gönül D ildedir mihrin ko hâk olsun yolanda cân-u ten Ben ölürsem âlenvt ma'nîde bakidir gönül Zerredir amn^â ki tâb-ı â f t â b ı işk ile Rüzgârın şemse-î tak-u ruv âk ıd ır gönül Etse N ef'î nola ger gönüyle dâim bcznı i hâs Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sakidir gönüL D e r. Bırakalım; hiç, ama hiç ayıl masın ! Nâilî merhum da Hevâ-yı ışka uyup küy-ı yâre dek gideriz Nesîm-'i subha refikiz belıâre dek gideriz Pelâs-pâre-i rindî be dûş-u kâse be kef Zekât ‘ 1 mey verilür bir diyâre dek gideriz Virûp tezelzûl-ı MansûrU sâk-ı arşa temam H u d â H u d â diyerek pây-ı dâre dek gideriz Tarîkti fâk a d a hem kejş olup SenâVye Cenâb ‘ 1 K ülfıani't lây^hâre dek gideriz Felek düşerse kef-i NâilVye dâm ân ın Seninle mahkeme-î G irdigâr’e dek gideriz Derniş. Varsın gitsin; o bilin mez diyara, o gidilince gelinmiye cek ülkeye gitsin de gelmesin! Nedîm Efendi de N â z olur dem -hesle ceşm-î nînı • kâbından senm Şermeder reng'î tebessüm la'l-i nâhtndan senin A çılar elbet ncsîm~î nevbehâr essün hele Bend~î d il muhkem değil bend~ı nikâhından senin Z â h id â m azur tut cildinde sıklet var biraz Güzelin fehmolunur hacm-ı kitabından senin Bezme bir dâh i donup gelmek değildi niyyetin Gittiğin vakt anladım ömrüm şitâbından senin Zülf-i pür-ç\ninle hem-dûş oldu cânâ kad çekûp Sünbül^t hâb-ı tegâfül câmehâbından senin Çeh değil sîb~î zenahdânında yer kalmış Nedîm Zahm-ı engnşt-ı nigâh-ı intihâbından senin D iy e söylenmiş, incelikler gös termiş. Göstermiş ama ne o âlem kalmış, ne incelikleri! İÜ Şeyh Galib de şöyle demiş: O bahr-i cezbede kim gönlüm ıztırâba gelür Gü/ıer derûn-ı sadefien çıkup habâba gclür Döner sahîfe-î Erjeng*e bâliş-î kıştım Gehî ki cilve-i nazı hayâl-i hâba gelür Safâ-yı nûr~ı sabûhı bulan sii/elı -mestin Gözüne kâse-i horştd bir luırûbe gclür Riyâz~ı reng-i cemâle gider bu hûn-ı sirişk O rûhdan ki geçüp bûy-ı gül güldba gelür Hat-î freng gibî zülf-ü cbruvan geç-ü meç Ne anlanur rakain-ı mekri ne hisâba gelür Edf^ple dûmen-i zülfün öpor gf'lüp bir bir O fitneler ki »sc'/j-; /lüsnc intisaba gelür V e hayaller kurmuş, yeryüzüne bakmamış bile. Ama ne olmuş, demeseydi, o hayalleri kurmasaydı âlemde ne eksiklik olurdu ki? 11 Biz dc bu tim kuUandıky bu dilden ve bu dillcy anlıyanlara kötü şeyler yazmadık, işte o geveleme lerden bîr tanesi : Kaametin gülşene bir neşı>e~i nıüzdâd gelir G ül bu sahn-ı emele mest'ü s e r- âzâd gelir Ney susar bülbül öter gonca gülümser yer yrr Müjde-î fasl-t behtir eylemeye, bâd gelir M edd'ü cezri elemin gamzene tesîr etmez Bezm~i gamdan nigehin şâd gider şüd gelir Zevk-ı hicranın ile öyle harâb oldu ki dil Jfve-î dem-be demin âşıka h îd â d gelir A şk gam -perveriyinı vaslına erseni lebime D â k iy â nagme-i şâdı yine feryâd gtlir Fakat ne çıktı bundan, biz ne anladık, âlem ne anladı ? Yeter, çevir bu yaprağı da, çe vir ve bir daha açma artık! 12 Hâlâ bu dili kullananlar varsa kendileri söyiiyecekler, kendileri dinliyecekier, az bir zaman son ra susacaklar, bu gök kubbede seslerinin aksi bile kalmıyacaktır. Hâlâ bu yolda gezenler varsa bu hayâl ikliminde yapayalnız ge zecekler, arkalarmdan gelen kim seyi de göremiyecekler, izleri bile silinecektir. Biz, bize gelelim şim di: Giriş Y ü zy ılla r önce : Saadetlü padişah, ölmeden saraya ölümün ağırlığı çöker. Baltacılar, ağır ağır gezinirlerkeh ayaklanma seslerinden ürkerler. Enderun hademesi^ fısıltılarla ko“ nuşur; İç ağalan, dışarı çıkmağa korkarlar; cüceler, biraz daha yere gömülürler; ak ağalu'in beyaz yüz leri biraz daha, sararır; harem ağalarının kuzg^uni ratları ağarır; dilsizlerin gözleri, biraz daha küçülür, işaretleri görülmez olur. Haremde valde sultan, derin bir yastayken ha nını sultanlar, beşiklerin başlarında sessizce ağlarlar, iakat,' çocukları kız olanlar yalnız üzülürler. Erkek masumlar bile beşiklerinde huysuzluk etmez olurlar, yalnız masum ve anlamaz güzlerle analarının yaşit gözlerine dalarlar. Herkes, dışarda • ayak sesleri lozer, herkes korkudan nc yapacağını şaşırmış bir hale gelir. Sahip devletin küçük, büyük bütün oğullan, her an cellâtları beklerler, tertibini bozarak apteı alırlar, rikatlannı şaşırarak namaz kılarlar, şımarıkhk* lan derin bir sükût ile artık tamamiyle örtülür. En fazla müteessir olması icap eden veliaht, en deçin bir ümitle en engin bir korku arasında bocalarken ni hayet saadetlü padişah irtihali dari baka eder ve . . . ertesi günü, dünkü korkak veliahtın emriyle beş, on, onbeş; nekadarsa şehzadei civanbaht, şehadet dere cesine yücelir; beş, on, onbeş ; ne kadarsa şehzadenin 14 kayıllan görülür; küçüldü, büyüklü, irili, ufaklı ta butlar, babalarının . tabutunu ve birbirlerinin tabutla rını takip ederek saray kapısından Ayasofyaya dojru buhurdaniardon tüten dumanlar ve kokular, hafızların ve naat okuyanların ağızlarından yükselen dinî ve tnistik nag^meler ve teraneler arasında parmak üstün de aheste aheste sag;a sola selâm vere vere gider. Sarayda hıçkırıklar boğulur, göz yaşları silinir, dü şen devletlilerin yerine geçen yeni devletliler, yeni hileler düzmeğe, saraydakiler, bu yeni devletlileri elde etmek için yeni vesileler bıılmag;a koyulurlar ve Kanunu Alİ Osman, bu suretle icra edilmiş olur. Bu sırada şair, henüz sahip devlet ölmeden ölü müne, yenisi tahta çıkmadan cülûsuna en güzel tarihi düşürmek, en san’atlı mersiye ve kasideyi yazmak için odasına kapanır, sol dizinin üstüne oturur, sagf dizini diker, Önündeki çekmecenin üstünde duran yazı takımından eline bir kamış kalemi alır, hokkaya banar, gözlerini duvardaki celi sülüs ve lâlik levha lara diker, sedirin üstüne nçıp sıraladığı yazma di vanları, o divanlardaki tarihleri sijzer, sag; dizine al dığı Hind abadisi kâğıda arada bir gıcırtılarla birşey* İcr yazar, hesaplar, oflar, puflar, nihayet uyuklamıya başlar, yatak odasına geçer, rakamlı ve mısralı bir uykuya dalar, vezinle horlar, kafiyeyle sağa sola döner. Uç beş gün sonra divanların sayesinde tarih ler düşürülmüş, mersiye ve kaside ayni zamanda ya zılmıştır. Bîat merasimini müteakip yazılar sunulur, bekleme odasında hünkârın daveti sabırsızhkla bek lenir. Maksat, yeni padişahın iltifatına nail olmak de- 15 Jildir. Çünkü eskisine acınmak, binlerce vesileye baş vurularak elde edilen mevkii kaybelme korkusundandır. Bütün bu yazılar, birer vasıtadır; g^ye, haznedarın sunacag-ı mühürlü atlas kese ve kesenin içindeki altınların kemiyeti, ne suretle olursa olsun bu ihsanların kesilmemesi ve eksilmemesidir. Günün birinde uzaktan uzağa bir uğultudur d u yulur. Yavaş yavaş üsküfler seçilmeğe, teberlerin, kı lıçların parıltıları görülmeğe, «İstemeyiz», yahut «Ve zirin başını isteriz» naaraları duyulmağa başlar. Sa rayın kapıları kapanır, içerden bir nefes bile duyulmaz. Saray kapısına gelen kalabalık, gürültüyü had den aşırırsa ya vezir, bizzat çıkar, bir iki kişiyi de-* virir, nihayet gözü patlar, kallavisi düşer, ayağına takılan bir çelme ile yere yıkılır, üstüne üşüşenler, cesedini param-parça ederler, ayağına ip takıhp yer* lerde sürünür, ölüsüne hançerler saplanır, gürültü gök kubbeyi sarsar... Yahul da sarayın surundan boğul* muş ve henüz boynundaki ipin izi kaybolmamış sap san yüzlü bir ceset, aşağıya atıhverir. Padişah, taht tan indirilmeden bu kazayı atlattığına memnun, sinir lerini yatıştırmak için o akşam hasekilerle dem çe kerken şair, odasında__önüne bir„dlvan_açar,-şarap kadehin^ dalar, öldürülen eski velinim eti.düşünmez bile. Bütün düşüncesi, yenisine çatmaktır. O , önündeki divandan ilham alarak yeni velinimete bir kaside yazmakla meşguldür. 16 Hayat membaı güneşin öldürücü hararetine karışan isimsiz sefalet, köylünün yüzünü san kara bir rçnge boyamıştır. Avurdu, avurduna çökmüştür. CansiE îfözlerle görmeden bakar. Çıplak ayağına geçirdiği hırpani çarıklar, altı şahrem şahrem olmuş ayaklarım yere bastırmamak için değil, âdet olduğu için g iy il miştir. önündeki tuz yüklü eşeği, kendisinden zayıf tır. Yanında, elindeki sopa kadar kuru ve çıplak bir küçük var, kendisinin küçüg;ü, yarının büyügâ ; eğer yetişirse. O , koca öküzün ayağı kırılmadıkça ve kırılınca dn etine müşteri çıktıkça et yemez, şeker nedir bilmez. Yalnız misafir gelince tavada kavurup dibekte döğdüğü iki tane kahveyi misafire içirir, sey reder. Gecesi uyku ile baygın, gündüzü işle yorgun geçer. Tekne başında soyunur, lime lime çamaşırını ip başında giyer. Yalnız saraya ait has araziyi ek mekle, tımar ve zeamet hırsmı yatıştırmakla meşguldür. Fakat şair, bütün bunlardan habersiz, velinimetleıle mehtap salalarında vakit geçirir, çırağan zevk lerinde bulunur, helva sohpellerinde nükteler söyler ve yine evine kapandı mı bütün bu âlemler için divanları karıştırarak kasideler düzer; sevgilisine de hep birbi rinin ayni ve Önceki şairlerden farksız gazeller yazar 1 Nihayet günün birinde efe bir köylünün ayranı kabarır, birkaç babayiğitle dağa çıkar. Bunlar da geçinmek için köylüyü yemeğe mecburdurlar. Fakat köylü, hünkârdan ve pnşa kullarından o kadar bez gindir ki eşkiya hakkında menkabeler düzer, toktan alıp açı doyurduğuna inanır, evliyahğına hükmeder. Sonunda paşa kulları, yahut yeniçeri ordusu gelir, 17 yine köy haraca kesilir, bu sefer tohumu da, öküzü de eUlen gider ve eşkıya, ya öldürülür, bnşları IsInnbula yollanır, yahut yaralı olarak tutulurlar, bag-Inıup ıncrke/.e siiriıkicnirler, Ulke yıkım üstüne yı kılmalarla yıkım yıkım yıkılırken şair, bu gazayı ta rihlerle, kasidelerle kutlamaktan utanmaz i Ordu, kcıuli ağırlığmı yağmalayıp dağılmış, zor zoruna bir sulh yapılmıştır. Tarih, bunu müphem sa tırlarla kaydederken şair, deıhal padişahın bu zafe rini tebrik eder, hünkâra ve ve/.irine kasidelerle zafer çeletıkleri örer ! Mahbubunun busesinden aldığı liararet, daha du daklarında ve son kadehin lezzeti, damağındayken bir örfilin in «lüştüğünü, başka bir örfilinin müftil enâm oldug^unu duyan şair, alkol kokusunu, sürün düğü jrül 'og-iylc bastırıp ayaklan dolaşarak babı fet vaya ^rider, dili dolaşa dolaşa nıüftil enamı candan tebrik eder v e . o akşam yeni l)ir tarih düşürmek, yeni bir kaside meydana «fctirmek için eski, yeni bütün divanlara bir kere daha baş vurur j Koy, .sehiıdrn lit'frel eder, scliir, kiıye bakniHjVn tenezül etmez. Merkez, civarı ancak para almak için düşünür, civar, merkeze inmez eile. Medrese, bütün yeniliklere düşmandır; saray, hepsiyîe hoş gcçinmeg^e D iv .ıı ]*'<lel)iyAlı ; 2 18 taraftar. Avrupa bir küfür diyarıdır ve Avrupalı,' tek bir millet. Şarap, meyhane, boyahane, rakkas vc rak kase. Helva sohbetleri, Çıragan safaları, Hüseyni Baykara meclisleri. Hafız cemiyetleri, hatimle teravi, kandiller, mahyalar, şehrayinler, iftarlar, dış kira lan. Babı fetvalar, yeniçeriler, sipahiler, bozg-unlar, medrese ve tekke zıddiyeti, evliyalar vc şeyhler. Kadmhk eden gençler, erkekçe birbirlerini seven kadm1ar, esrar ve afyon. Bakımsızlık, yolsuzluk, sefalet, isyan, açlık ve tıkabasa yeyip içmek. Bu tezatlar âleminde, bu tezatlardan meydana ^yelen bozuk dü’ zen cemiyette şair, yalnız gününü gün eden, gidene a^lnmıyan, gelene gülen, sefaleti görmiyen, saadeti gaye bilen; halta bir şeyhe mürit olup her yıl kendi Ölümüne tarih düşüren ve yıl geçince eskisini yırtıp yenisini düzen, ölümünden sonra bile halkı aldatmaca, kendisini erenlerden göstermeğe çalışan bir zavallı. İşte divan edebiyalının hüküm sürdüğü devir ve işte bu edebiyatı temsil eden şair 1 1 Tabiat ve Divan Edebiyat» Divan Edebiyatı Şairi, tabiatı, bizi güzellikleriyle hayran eden, şiddetleriyle ezen, yıkan tabiatı bug:ulu gözlerle görür; gördükten sonra gözlerini yumar ve gördüklerini kafasındaki mecazlar diline adapte eder de öyle yazar. Ve tabiîdir ki bu çeşit anlatılan tabiat, tabiilikten çıkmıştır. Divan Edebiyatının tabi atı, bir odanın ortasında düzülen, yahut küçük bir sa* hifeye bin bir renkle çizilen bir tabiattır. Meselâ Fuzûli’ye göre gece şudurî «Yeni ay anahtarı, hazine* sini açar, kâinat kadehini mücevherlerle doldurur. Fe lek testisi, güneş kaynağının suyunu gizler, kalra katra yıldızları saçar. Akşam kızıllığiyle mavi renkli gök, lâle rengine boyanır, âdeta cam bir kadehten gül renkli şarabın görünüşüne döner. Zaman sakisi, yeni ay kadehini döndürmeye başlar, işret (İdam, bu şarabın sızmtılarından gelişip yetişmeye koyulur[‘].> Sabah, Fuzûli'nin diliyle şöyle anlatılır'* < Bilmem ki sabah, hangi ayın derdiyle ahlamada? Her gün, halka gizli bir dağ göstermede. Yıldızlar batlı, gü neş doğdu; ihtimal sabah, bİr aşk eniridir de inci göz yaşlarını döktü, ateşli bir ah çekti. Sabah, her an, sevegili, senin dudağını anmada; artık seher çağları» ölüleri diriltirse şaşılır mı? Yahut da sabahı bir res samdır da altın kalemle her an âlem sahifesine sevgili nin yannğını resmetmededir 20 Fakat Fuzûli, bizce bu g^ece de fuzuliciir, bu sa halı da. Cıcccyi haslayn sonnab, ustaya dcgil. Gccc ibadetlerle kabalıalların gizlice ve lıulla ba;^nn bcrnberce işlendiği bir âlem. Gündüzün de âlem yine o âlemdir. Ancak mahmurluk sÖkenlerlc hiçbir şey dü~ şünmiyenler, g-eceyi beklerler, g^eceyi daha çok se verler. Fakat elemler şairi Fuzûli, elemlerinde o kadar ferdîdir ki «Şikâyetname» sini yalnız hak etmediği para, kendisine verilmediğinden yazar ve ona göre «Lâcivert gök, gece gündüz sevgilisinin, yalnız Fuzıili’nin sevgilisinin aşkiyle yanıp yakılmadadır. İşte an cak bu yüzden halka gâh kanlı göz yaşlan gösterir, gâh sapsarı bir yüzl (^) . » Bu şairlerde bahar, hatta her bahar ve her şairin baharları birdir. Bâki'ye göre «Bahar nefesleri İsa gibi ruh bağ^ışlar ve çiçekler, yokluk uykusundan göz açarlar. Yeşillikler hayat bulur; bir derecedeki selvi ve çınar, hareket elseler ellerindedir âdeta I ('') » ve Nei’î’ye göre dc «Rüzgâr, o kadar canlar bag^ışlomada ve hayat vermededir ki bu nefesiyle, âdeta İsa’nın nefesiyle bahse girişmiştir, imtihan olmadadır 1 (**) » Nedimce, G alib’e ve bilmem kime göre de bu, hep böyledir. Fuzûli, baharı anlatırken «Sâki, kadehi ge tir, mevsim, dünyayı bezeyen ilkbahar. Yer yeşil, hava canlara can bağışlamada. Gül yaprag^ı gibi da rılına. MccİİmIc, neşeli L)ir işrci için ne lâ/ıınsa hepsi hazır. Lâle açıldı, konca güldü, işret günleri geldi. Yeşillik hal diliyle işrcl edin demede âdeta. Kendi haline bak, geçmişin, geleceğin gamını yeme. Çünkü şimdi gül Seyri zam anı, şarap kadehinin devredeceği 21 çag^. Seher çağında Tanrı hakkıyçin gül bahçesine gir, gülün divan kuruşunu seyret, hakikaten de ne güzel seyirdir bu. Gül padişahın gönderdiği dürülmüş kon ca fernîanı açıldı, içindeki emir anlaşıldı: Gül zamanı gül renkli şarap kadehini fevlelıneyin ('*) ! > Bahar hakikaten burnudur, bu kadar alelade sözlerle anla tılacak kadar alelade bir şey midir bahar? G ül ve lâle açtı, konca güldü, hava güzel, yer yeşil, âlemi düşünme içelim, ha ? Nef'î de bahan bu kadar alelade görmede : «Ba har gekli, yine gül bahçesi güzelleşti, yine yeryü zünün letafeti, gökyüzünden üstün. Her lâle, yine anberler yakan bir ışık yaktı, dumanından da gül bahçesinin üstünde amberler saçan bir bulul peyda oldu... Birbirine ulanmış, zincirlenmiş dalgalar, su ya öyle bir yaraştı ki yasemin göğüslü gü/ellerin göğsüne büklüm büklüm saçlar bile o güzelliği ve remez, (^)» vc saire. Ve netice içelim içelimî İlk bahar rüzgârı esti, sabah çağı güller açıldı, sâki me det, bi'/im de gönlümüzü açsın, sun Cem kadehini. G ül devri, işret günleri, zevku safa zamanı. Bu kutlu nefesli mevsim âşıkların bayramıdır. Yine nisan ayı geldi, hava amberleşti, amber tabialini ka zandı. Alem cennet içinde cennet oldu, her köşe bir İl em bahçesi.» ve nihayet Mevlâna’nın bir beytinden çalınma şu söz: «Tam olarak o rint, zevkeder, bu çağın zevkini o çıkarır ki bir elinde lâle renkli ka deh bulunsun ; Bir eliylede büklüm büklüm saçlara sarılsın! Eveleme develeme, devekuşu kovalama, çnngi çem- 22 bcr, miski anber, tazı tuzi ve hep bu. Her şairin her bahan bu tekerlemelerle kutlanmadal Divanda gül, kulaktır; Evet, kulak! Nef’î, «Seher yeli, ansızm vuslat müjdeni verir diye taze gül fidanı gibi baştan ayağa kuiag;ız> der. (*’) Şeyhülislâm Y ah ya da der ki: «Güller de açılmadı, ağhyan bülbülün sözüne kim kulak verir artık? Zavallı, halini kime şi' kâyet edecek?» Ve ag^zına bir katra şarap koymıyan bu örfili koca şeyhülislâm da mademki demek te; bülbül feryada başladı, gül, kadehini doldur du. Çoşun, neşe zamant geldi, taşkınlıklarda bulununl Belki ömründe meyhaneyi görmemiş olan Müftilcnam, ah demektedir; safa kadehiyle gönüllerden gamın uzaklaştığını, yine meyhanenin mamur oldu' ğ^unu görsek! Şarap kadehinin ziyası, güneş kadehine düşse de o kapkaranlık evin, yani güneşin, evet, güneşin nurlarla dolduğunu seyretsek! Ve nirfayet dayanamıyor, mesçidde diyor, riyayi âdet edinenler, bırak, (iya ede dursunlar. Sen meyhaneye gel, orada nc riya var, ne mürnyi I ( ‘“) Evet, böyle diyor ve bizi kendisinin, kapısının önünden bile geçmediği meyhaneye çağırıyor. Demez miyiz şimdi, bu adam ların sarhoşları, sahiden sarhoş. Sarhoş olmıyanlan . da içmeden, ağızlarını kokutmadan sorhoş taklidi ya pan şakacıktan sarhoşl Bu edebiyatın, söylemeye hacet var mı bilmem? Sonbaharı ve kışı da mecazlarla yapılma bir sonba hor, bir kıştır. Nedim, «Irmağın önce baştan ayağı donmadımı ki ? Yeşillikte çınarın eli düşm edim iki? Güz yeli, kulunç yeli gibi tesir etmiş; korkarım bu 23 hastalık, sclvinin bedenini sarsar. Hani yeşillikteki ne^c kızgmiıg’ı? Acaba bülbül denen kaşmer ne halde? Dam kenarmdaki buzlar, yalın hançer durup sabah yelinin bahar kokusunu getirmesine bile mâni oluyorlar. Bu kasırga, bir gün daha böyle sürerse ateşte yaşıyan semender bile ateş içinde donacak. Ateş koru, don masın diye yakut taş gibi pamuklara sarılsa yeri var» (^*) der ve sevgilisine «Bu yıl samurunu kırmızı şala kaplat, yani siyah saçlarını al yanaklarına dök. Lâle bulunmazsa eline şarap kadehini al da cy yürüyen sclvi, güz mevsiminin hükmünü böyle veri» D i ye hitap eder. Yaz, kış, ilkbahar, güz, gece, gündüz; her an bu edebiyatın mihveri, ^arap ve sevgilidir. Altın püskiirmeli bir Hind abadisinin üstündeki bu çekik gözlü minyatür mahbubunun elinde bir şarap kadehi vardır; etrafı kırmızı lâleler, gülürânalar, ye şilliklerden tüten dumandan meydana gelme mor süm büllerle; göğü sevgiliye imrenmiş ve bazan biri dog-udan, biri batıdan ve beraber doğmuş güneş ve ay la, inci gözya^larından meydana gelen yıldızlarla; bodur, fakat düz ve zayıf selvilerle,. ellerini göklere açmış çınarlarla, sevgilinin boyundan küçü kköşkler, gözünden büyük havuzlarla bezenmiştir. Eğer varsa ilerideki deniz bile «Sevgilinin vuslatına susamış ve dudağı kuru bi» lınide toprak üstüne .serilmiş znvollı bir susuzdur.»("’) Göğündeki ay, bir anda hem hilâl olabilir, hem bedir. Yerinde bir anda hem sümbül açar, hem gül. Selviler kadar boylu bir gül fidanın da sevgilinin yüzü kadar bir konca ve önündeki köşk ten iri bir gül vardır. Gökteki güneş kadar büyük 24 bir bülbül, hem de çok güzel ve boz tüyleri tuvalclli bir bülbül (eryzıd eder, (akat feryadı duyulmoz. Helki güzel bir minyatürdür bu, fakat neyleyim? Hnki* kî grüneş, hakikat güneşi, ahcı ziyasiyle bu minyatü rü sarartmış, soldurmuş; artık seçilmiyor bİle. Yakıcı hararetiyle bu yaprağı kavurmuş, kıvırmış, arlık açıl mıyor bile. Hem de bu sahifcyi yeniden tazelemek için artik o boyalar yok ki. Tazelendiğini farzetsek bile asmak için kavukluklu, ocaklı duvar; sedirli, şih teli oda; göbekli, avizell tavan; şahnişinli, çeşmi bül bül pencereli ev lâzım. Yollu diba entarili, ipek şal kuşaklı, kerrakeli dört kaşlı bir civan gerek. Başında kcnan yıkık külah, «Ucu meyhane kapısının süpür gesi olmuş* perişan bir sarık olmalı. Ama bu dekor, ne vakit umumileşmiş ki? Dün mü, evelisi gün mü? Bu dekor, ancak İstanbul’un bakıp görmiyen, duyup işitmiyen, düşünüp sezmiyen dalkavuk münevverle rini, taşralarda da daha nakıs, daha iğreti ve <î?.ha yapmacık olarak paşalarla p?.şa kulların» çerçevelemiştir. Halk, bu dekoru masaliarma bile almıya te nezzül etmemiş, kopyasını alnınl;laiı.‘;a aslını rivayet et meyi tercih etmiştir. Bu soluk, kıvrık ve kavruk, mi nik ve tek, yalnız bir tek sun’i sahifede ne tabiat vardır, ne hayati Yaşıyanlara ve yaşamayı sevenlere bu müzehhep sahife hitap edebilir, onları latmin eder sananların irfanına acınır dofrrusu. 25 Bu yazıda nesir olarak geçen örneklerin astlları 1 fjeb ki ıııiftâh-ı mch-î ucv ola {jencîne-}{ü}ft K ıJn j»eymâne*i jicrdrını cevfihir - peyınA G iıle y ilp çcşmc*-i lıorşîtl suyın kılze-i çeıh K n tıe knirc kılıı crıcüın ıc^elıfıtın pcydA Lrılc-rcDg ola !<eralttlaıı felck-î mlnA-fiîm Ta^ra $alıııif ^ib i jık.'t-î mcy~i giil'/^'Arı nıînA ncv câııııın devıc >;ciiire sâki-i dcl)r Nahl-i işrci ıt-şclı/ilınılan ;ıla ııcşv-il nemâ § 2 Kftnt;ı nıâhıtı bilınezeıu m ihriyle olm uş zâr stıhl» J/e r J in in /'vlcJ' h iilk ;ı t)ir d;‘nj-» ııilıa n eı»c(im <;ıku <^ün yX b ir e sîr- î ızİjA r sııl>lı A ş k d ır D t ık t ii d ü n - i eşk (.e lıli âU-ı âtcş-bıvr sw\'b Nnla ''invAlîi ilıyA vorse sublıun dom lf'ii /jk r * i J.ı'liıulir Iciiıı eyjcr dom - bc de»n ickjj'ır .sıjl)lı [’.it ıu\ıs;ıvviıılir Ui /.cırin kilk Ur I u t d<'»u rrkcr SafliH-i ;4<.t<.lCına uak‘{-ı :uı;;-ı dild ût sııbU § U rıo n n d ir .şfını-u sulu;r nıib rin le <,‘crb-î lAcUvcrd Gol» siıi^k-i âl eder ızhfır t;ch ruhsAr-ı rerci '1 K il l i » b iılış Mİdıı M c s ilıâ » s ıf a l A (;v ıla r d id c lı- ıiı» bâb> ı a d e m d e n cHfAs ‘ 1 b ılu 'u czhâr Tâze can buldu cihan erdi ncbâtilta hayât E llerinde harekat öyleseler serv-ü çenSr ^6 -B '(i N c a iıi) 1)1 d c ıılü can - lıa h ^ * u lıt'y ât - c iz â - k i lıiı ılc ıu d c l) c ın - î Î^ î G c lü r s â k î ka(]ch k in i Z c m ia ile div’ vil-yı btUı.-v\ U tv  bal>s-rt im tiliA n iiz ıe uev-bcİK u-ı â le m - â r â d ır cru - ı â b » t - ef/;»d»ı Perîşân olm a kim gül-berk tek hâlit bu güllende Neşâl-J »)’$ içün esbâb-ı cem'iyyel miıheyyâdır A d ı l d ı lâ le iş re t eyyam ı t jıly â d ır G ür ıııâ / J K i 7 ü illd i i g ö n c e ı;e ld i Z cb.'in-ı lıâ l- i scb/<î iş r e t îm â s ın n C 'i h â liu t L â li hem ^ekm e g n ı u 'i S c liu r g iilü A jii };iı b illf ılı 'i'cjııA ^â k ıl i;ii| ü n d i v â u ı ııı A ı,ıldı (;<)tıcc t n m i l r i B ııd u ı k im B cL âr vü m ü s ta k b e l tn e v s im - I g ü lg e ^ t~ ü d tv r - İ c â m - ı s a b b â d ır fevt vii o ld û Y in e lıc r 7 ,cm ii)iu lâ le b ir m c v M İın lc ıd c k in ) lu 'i k im tıi A z m û ı ıı m e vs im - î j^iil cAm-ı t;ül*t;rıııı Iclfıfo t j'iiis iu n ı lû ıfu ü /.ıc j^a lib âsm A ıı ü /.ic ^ c tu ’-i ıuu:<.ıılx'i ^ ;ılıl^ S c lıâ b - ı a u b e r - c(:iau oIdvı p e y d â b fts iû n Y a r a r lı O ol kadar lıü .snü z iilf- ü d û ılv ııtd a ıı üzre m e vc- i m iis c ls ırl fılıa k im pür ham d c ın iıc ^ te m â ^ fid tr m i/lıu n k ılm an e r d î y in e d ü !^ıii Y in e İm v e rm e z ^iııe-i s im in - b c ıâ n ü z re S 8 lib d i o c s im - i n c v - b c h â r â t ı l d ı A ç a ıııı b iz im j;n ll(;r s u b h - d e m de g ü u lü m il? . « â k i m e d e d su n câm *ı C em * G ü l d e v r i a y î e y y ftm ıd ır zeTk-\ı s a fû l ıe n g û m ıd ır A ^ ık h n n h a y r â m ıd ır bû m e v s im d i f e r b u a d e “ d e m 27 K ıtlî yine ürdîhchişt oUIrt IıcvA «ııber  lem b e llili ender l>chişt her yûşe bir UAğ-ı ircın / r v k ı o rind eyler teınâm kini lû ta ınesi-U fAdkftın B it elde cAm-ı lâle • fâm bir elde züU-î ham - bebam § 9 Nâgeb ^e türür d ty ü sabâ mûjde-i v&slın Başdan A>aj>a şAh>ı gül-i ter («ibi f;AfUK § 10 G üller de nâ > şüküfte ann kim kııiak tutar HAlin kim(' şikâyet cdt* Aiıdeltb'i rXt § 11 G ül sAgann pür etli gelio ^>ür h u ııiş olun Y a n ’ni erişti vakt>i tarab bâde - nı'iş olun S 12 G önüllerden s a fi c.âmivle |»anı dOı oldui^un görsek HarâbAtın yint' bir dâlıi ıııa'nu'ır o lduğun görsek Ziyû&ı dU^&v cnm-ı lUtAbıi cAm*ı salıhAıu» YiııO ol h f tıifi lAıiU jıür nûr uKluğuu götsek 13 Mceciddc riyA • pif^elrr rtsün ko liyAyı Meybâneye gel kim ne aiyâ var ne ınürâyi § 14 A}Aj<ı ^a (lo ın i) iu lı d ü ;ım c d i H a7.an y e li cscı lııts lc lik m ı c n y ın mi c w ı;lâ b o ş la n •'1* >,:‘^'"e> 'de e ln û ^ m is â i- i r i l i ' i me>'i:r m o ı;ık be<Icn*l « c r v i k o t k a n n t sıırsaı K a n î çemendeki germiyyet-1 tarab şim dî Aceb ne hâlde bülbül dedikleri kaşmer 28 K o ıııa / , jjeL İrnıej'e bûy -j b c h â ıı l>âd-ı salıâ IC c u û ı- ı b m d a y a U la r U u ıu j) y u lıu Uıvucor D o n ü i s o v u k d ıın e f c u ü î s e m e n d e r â te ş le B i r i k i tjü n d a lıi bi'tyle eserse b u sarsa r l l ı u û d c l ö y le k i b u z la n m a s .u u deyû IC oıuıl.s.ı ]»cnbcy»; y â k û l - i);‘u o lû y ık vc-j :ılık < r § ir> JJo k z ü lf- i s i y t h - k â r ın îS e iıııu r ırım Al u ru lıs â re - i â le k a p la t b u sem': k ı m ı i / ı d e s tin e y e r lâ le b u lu n m a z s a Ver hükm ünü ey serv-i re v a n 3 G C â ııâ z ü lâ l- î luM iın' J lâ k ü z re k itln ıı^ n ıu lııâ c şâlc p iy â le lıo lın e t r n lıâ d i i b c h â r ın ılc;}-!! l ı û î k - h l> «İcryâ-yı u ı» m : ın te ş n e d ir 11 Divan Edebiyatında Aşk Fuzulî, o İlâhî âçık, «Sevg^ili, senin civarında eli me jfiren ancak bir dert, bir belâ. Aşkının yolunda^ yokluktan başka bir dileğim, bir garazım y o k ( ‘) » de mekle. Fakat birde bakıyoruz; tSabah, usUırasmı çar ka çekmiş; j|üncş, kılıcını taşa çalmış da o işveli aya intisabını g^östermiş. Su nasıl dalgalanır da her za man habbeler meydana getirip durursa başlar da anbe an usturasının hareketinden neşelenmede, (ertemiz olmada I Ba:jimdaki saçlar gibi her kılımın ucunda bir bffş olsaydı da sevgilim kesscydi; yine onun kanlar döken usturasından kaçınmazdım...(“) » diye gâh bir berberi g^ömiye, «O selvi, seher çngı naz ve edalar la hamama sahna salına yürüdü. Hamam, yüzünün ışıgiyle aydınlandı. Yakasından vücudu görünmedeydi. Elbisesini soyundu, yeni ayın» gösterdi, çıplak vücüdiinü mavi .bir fotaya sardı, sanki kabuklar içindeki badem, bir menekşe içine düştü. Havuzun dudağı, yücc ayağını öperek yüceldi. Aynanın gözü, lâti( yü züyle ziyalandı. İnci terleri, satılır sandılar da çok ki şiler, hanı bir dii.şüncoyc ka]>ıhi) kcfleyo cl nllılnr... ('') > d iy e lıaınaına girip yıkanan bir oğlanu ^azel yazmıya başlıyor, İki asır sonra gelen Nedim de «Hamamiye» sinde Vücudu ham gümüşten beyaz, gülden yumuşak, boyu yeni yetişmiş fidandan düz gün, lamaıniylc renk ve alım, her kılı işve ve cilve. 3ü baştan ayag-a kadar güzellik (^) > ten ibaret bir ço cuku anlatmada. Hadi bunlar, diyelim ki bir hayâldir. Fakat neden başka bir şey hayâl etmiyor bu adam lar? Sevgilisine kenarı yıkık külahı pek yakıştıran Nedim, ona aıbk dadiyle lalanm karışmamasını iste" mekte, (^) bir başkasının Sâ’dâbâ’da kaçıp gittig:ini, yüzünün yanmasmdan anlamada (“), «Sen tamamiyle gezcmemişsindir, gel de seni ben gezdireyim (’) > di ye onu kandırmada, baıgka birisine, annesinden cuma namazına gidiyorum diye izin alıp kaçmasını tenbth etmede (^), on be^ yaşında sarıklı, cubbelİ, gül ya naklı ve kerrakeli bir diğer sevgiliye diller dökme de ("), bir dijerine <Bu konuşma şivesini, sana kız kardeşin mi Öğretti? ( “^)> diye sormada, tıraş olan bir başkasına da bir şarkı yakmadadır. (“ ) H ind’den, İrandan mı Yunan’a gitmiş, Yunan’dan mı âleme yayılmış? Nc olmuşsa olmuş işte. Yalnız bu gayri tabiî aşk, şairlerimizin birinde, üçünde, beşinde d c jil, hepsinde vardır. Çar ebru güzel, yalın yüzlü ınahbup, tıflınaz, taze nihai civan ve hattı sebz-ye şil yazı, yani sevgilinin yanaklarmda yeni terliyen sakal, Divan Edebiyatının başlangıcından ta «Hubanname» ve «Deftiri aşk> a kadar bütün bu şairlerin ag^zınduki çengel sakızıdır. Kızdan bahis, pek ayıptır ve bu edebiyatta yok denecck kadar azdır. Fakat Ş âiriz şeyn verir şanım ıza Giremez fâhişe dîv ânım ıza hükmü, bir nassı kaatı’dır, makabline de şumulü var dır. Acaba bu şairler, Ög;dükleri gençlere Aristo 31 mantığını mı öğıctiyorlar, Sokrat felsefesinden mî bahsediyorlar, rnst makamını mı geçiyorlar, vahdet feyzini mi veriyorlardı? Şairlerin içinde sevgiliy can nakdini verenlerle bayramdan bayrama elini öpmekle kanaat edenler var. Fuzûli'yi, bîr kadın aşkını, Mecnun'un Leylâ'ya sevgisini yaıdıgfindan kınayanlar bile çıkmıştır. Hatta tabiî aşkla yanıp kavrulanlar bile bu umumî telakkiye uymuşlar, kendilerim kınanmadan kurtarmak için sevgililefinî sakallı, bıyıklı olarak meye mecbur olmuşlardır. Zamparaya çarşaf giydiıilen ve rnkkns bulunmazsa rakkaseyi erkek kılığında oynatan bir devirde bundan başka ne olabilirdi ki ? Haydi, bütün bunları hoş görelim, zevk meselesi. cjcyip geçelim. Bari bu adamlar, sevgilerini ve sev gililerini, duydukları elemleri, sürdükleri zevkleri, feragatlerini, fedakârlıklarını, aşklarının seyrini, çeşi» dini, anlatabilmişlermidir ? Aşk, zaman içinde za^ mandır; Aşık, mekân içinde mekân seyreder, ö m ü r içinde bir ömürdür sevgi. Bu neşeyi, bu tatlı acıyı, bu insana dünyayı, olduğundan güzel gösteren, ya hut bütün â*emi karartan, hiçe saydıran, bir an içine bin bir an sığdıran sihri aksettirebilmişlermidir ? Bilmem, kendilerine soralım. İşte Divan Edebiyatın dan bir aşk ve bir sevgili: «Anberlcr snçnn sakal, yanağına bir habcş kölc<lir, «dı da KeylıanI O Kara ben Bilâl’dır, (iudnklartnsu ■biri yakut, öbürü mercani Kara saçın mübarek olsun; yakası amber ne de güzbl kaşlar yal O aya Zühal yıldızı kul olsaydı şerefe erer, yomsuzluktan kurtu lur, kutlu bir hale gelirdi.» Ne anlattı ve ne anladık? 32 Bir g^azcl ilaha okuyalım: « Ynnagın snnki ıluıu bir su, çenen sanki o suda bir habbe 1 Gönlüme yüzünün güneşinden akseden nurlar, sanki suya vurmuş parlak ay. Gönül sahifesi, güzel yazılarının, sakal ve bıyığının aksiyle âdeta re simli bir kitap. Kanlarla dolu gözlerim, gam mecli sinde sanki iki şişe şarap. O ayın gün_e^i ( sevgisi) bütün dünyayı tuttu, âdeta güneşin ışığı! | Baki’yi bırakalım. Fuzuli de bir aşkını vc sevgİBİni bize şöy le anlatmada ^‘Hür vc dilc^rmce uzayıp gitmiş selvi, bana boyunla bir göı ünnıctlc; zaten ba.şı dönen, neye baksa yürüyor gÖrür 1 Can bedende görünmez dese ler inanmam; ne vakit bedenine baksam bana can görünmede, llalim ne olacak diye müneccimlere sordum, t; lilı evine byklıİM da kan görünüyor dedi ler. Ahvalimi sevj>ıliye ar/t deyim dedim ama o gö rününce ben, kendimi göremiyorum ki. Ey, onu gü rünce ah etme, sabret tliycıı, sana kolay görünüyor bu amma bana nede }^üç ! Ey a^', ne yaman okçu sun ki bakış okunla yerlere yıktığın avda ne yara görünmede, ne leııırcn ! Galiba j>ölünü yine bir gü zelin züUünc vermiş ki Fuzûli’nin hali, ptk dağınık görünüyorl » (^'*) huzûli’nin en güzel gazellerinde biri olan bu gazelde iki güzel beyitten başka ne var? İki güzel beyit v;ır ama bu sevgide ve bu sevgilide bir husıiMİycl yok! I î.ılclî, bir okçu jjiiy.t^linc ve an laşıldığına göre bir Yeniçeri erine ^Okım (lüşınanlanıı göğsünü yaraladıkça deli âşık, hasretle göğüs geçir mede» diyor, Hu suretle sevgilinin düşmanı yerinde olmayı istiyen, onun tarahndan oklanmak için gö 3:i ğüs trcçiren hakiknlen deli âşık, yine ayni gazelinde «Sevgili ok atsa derhal gözümü mşanlar, keşke hedef yibi başlan ayağa g^öz olsaydım » demekte. Hayyam’a özenip flözde rubailer yazan ayni şair, sevgi linin nazlann na'/lana ve binde bir yanına j^dip de derhal jfiltig^ini, ancak para ve civa ile anlatabiliyor : «Güneş yanağı, hüzünler yur<lu olan evime ışık saldı mı o ay, derhal ve alelacele gider, ağlayıp inleyen gönlümün haline acımaz. Gelmede._gü[DÜŞ_ benzer, g itm ede de civ ay al(^”) » Nedim bile «Nezaket haddeden geçmiş de sana kol kanat olmuş. Şarap, şişeden süzülmüş de sana al yanak kesilmiş. Gülün kokusu imbikten geçirilmiş, nazın da ucu işlenmiş; birisi sana ter olmuş, öbürü mendil (^') » yahut «E y nazla sarhoş olan sevgilim, seni kim böyle pervasızca büyüttü, bu çeşit selviden daha yüce boylu kim yetiştirdi seni? Nazik tenin kokudan daha hoş, renkten daha temiz. Sanki gülüıâna, seni koynunda beslemiş (**) » derken bize sevgi sinin ve sevgilisinin hususiyetlerini, sevgisindeki an ları, safhaları söylememekte, divan edebiyatı estetimi içinde hünerler yapmaktadır. Bu hünerlerin cidden gü zelleri var, fakat çok defa ve çog-u bayalı. Ve niha yet her şairin sevgilisi uzun boyludur, selviye benzer, selvidir, hatta. Yüzü güneş yahut ay, ı\y yahut güneştir. Gözü nerkisdir, ahudur, kanlulır, kaatildir, zalimdir, sarhoştur, hastadır. Bakışı oktur, hançerdir. Yanag^ı yine güneştir, ateştir, gül bahçesidir. Beni ve saçları misktir, amberdir, sakalları yeşilliktir. D u dakları ya şekerdir, bu takdirde bıyıkları karınca D iv n ıı J û lc l ı i y n i ı — S 34 olur, şekere üşüşen karınca! Yaluıt inaldır, yakuttur. Dutlukları varılır bu sevjrüinin de agzı yoktur, yani sözüm ona, çok küçüktür o agız. Ya noktadır, ya bir katra kan; fakat yoktur doğrusu I Dişleri incidir, çene çukuru kuyu. Göğsü ya endam aynasıdır, ya bir akar su. Bazan dudnğ;ı abıhayat, sakalı vc bıyığı, yahut saçlaıı karanlıklar diyarı olan bu selvi boylu güzelin, yahut abıhayat fıskiyesi g-ibi sıçıayıp boy atmış dilberin beli de o kadar incedir ki şair, keme rini g-örmese hani, hemen yok diyecektir 1 İşte on asırdır bütün divan şairleri, bu tek ve yapmacık sevg-iliyi sevmişlerdir. Pek yamandır bu dilber. Hep cefa eder, vuslatını dirhem dirhem salar ve bütün âşıklar, j^özlerinden kanlar saçarlar, rakipten şikâyet ler ederler ve sözün dog^rusu, yalnız kendi yapma cık ve aslı deg^işme;2:, sözü deg^işir kopya sanatlarını sevmişiüTiljr_bu-adamlar. ..Böy^le aşk mı o lur.__böy 1e sevg-ili mi o lur? fl^y aklı selim,^sana hitap ediyorum, haksı'zmTjMm beır?“ ““^ 35 Bu yazıda nesir olarak, jjcçen örnekİerin asılIarı llâsıİK ii yOk scr-i kûyınıla Ijelâdan Garaznn yok rch-i ışkında fcnâdatı gayrı § SuUlı vcIviHİŞ çerlıa lAja çalm ış âfl;»b Z â h ij ciıniş ol mch-i dcllfıke ayn-î inlisAb K ıU lı o l .sorv h c lıc r u iu Ş e ın ’^i n ı l ı s â n G i ir ü n ü ı d it ile o ld u ılc hAiııuuııı\a h ııâ ııt m ünevver h a ıu m â m b e d e n î (;âk-ı g ir ib A n ın d a n S o y u n u l) « .ık lı y e n î A y ia ı g ö stf^rd i ta m â m V ü c ıld ıi lıAın ^ ü r n iiş t c u Utvyrt lionrt/: y e l i l m i ş h cyA /-ıı n ih f ıld e n T am âm rcn(^-ü b e h â m û - b e m û ■J a m â ın h iis n scrâp ây ncrm lie m v â i k ir ilin e v ü n57. ş u 'le - î d îd â r ' A rlık usandık, biraz da sah'ıfe numarası verelim 6 JİAÜl N ilial Ir t lib i N odim Divıviıı, S ; 2(K), ilk b fy it, 6 S : 19Ö, İlk farilin in ik in c i d örtlüj'ü, 7 S : 102, 8 S ; 202, - . son İkinci garkının dördüncü d ö rtlü ğ ü , 36 9 S : 20y - 204, 10 s : J 3 6 , 7 Dci b e y it, 11 S : 2 0 '), 2 ıic i $ a r k ı, 12 llııhHAHiiKi liftll'i nıtltrı >ı>l;fAtı A l)il- Î hnbo(fWUı M\ Ol bAl-i s i y c U Yâkût bili ıry U ui» lU l â l - ü birisi tcbluı nıc tc aı ı Z ü lf- i şiycbİD m übarek olsuu Z î bâ cib -i a nberin - ^irîbau îrüp ^erc(e şaîd olurdu Kul olsa ej'cr 6 ınAha kcyvan 11 Anzm âb-ı oûbdır gftyâ Zckaum bir b&bâbdır yûyA ü 14 S c r v 'i âzÂd k a d in lc b&ua y e k ta n ^ ^ f ü n ü r N e y e se ı- ge ^tc o la n b a k s a b ır â ın a n g ü r iiu k r § 15 O ld u k la G öğsün okuu îa h m - z e n - i sine - i a*dâ g e ç ir ir h a s r e t ile â ş ık - ı şeydâ T i r atsa nişanlar güzündü y â r nolaydı B a ş ta n a y a ğ a dide oİAydını /ire li asi § 16 M ilır ^ î r u h u v c ıs c b cy t- i u h z â ıu ın a J<lll)cltc e d e r o ınAlı u v d r l l r llil'i titU (itiıU d i l ‘ i z â r a clM kcyüj) r a h n ı o lu r G c lm e k d e çü s im g itm e d e çün bimib 37 17 ] l;ul<lı;(lcıı 18 M e > ı- i ncziiLc‘ 1 yâl-ii l)â l o lm u ş sana § n â z ım k im b ü y iiU ü b d ) Ic lıî p c ı v is c u i 111 Hayat bağlılığı ve Divan Edebiyatı Divan Edebiyatı şairince dünyanın mihveri yalnız kendisidir. Bu şairlerden muhitini, İçtimaî nizamdaki bozg-unlug;u, ihtiyaçları, umumî hayatı gören, hatta mahallî vak'&lara, velev şahsî olsun, bir ehemmiyet veren yok dense yeri vardır. Aşk, hicran, ihtiraslor, ihtibnslar, bülün bunları meydana petiren iktisadı ce miyet ıjartları, divan şairini bedbin etmiştir. Fakat şair, bunların hiç birini sebepleriyle, neticeleriyle sez mez. Tabiî söylemeğe lüzum yok ki tahlil zahmetine katlanmamış, bu zahmet»* katlanmayı akhna bile ge tirmemiştir. Muayyen kalıplarla ya bctlbinliğini bir sarhoş neşesi halinde izhar eder, yahut tt-ısavvufî bir azamet ve istiğna ile yine kendisini âleme mihver yapar, yoklukta bile hudutsuz bir varlık bulur, mis* tik ve yapmacak bir neşe ile avunur gider. Onbeşinci asrın sonlarında yaşiyan Bursalı Müderris Ulvî, «Bugün işret et, şarab iç, yarının ga mını anma, bu yalan dünyayı sana ısmarlamadı lar ki (^) » der; yirminci asrın başlarında ölen Vezir Ziya Paşa da ayni düşünceyle «Aklın, düşüncen varsa şarap iç, güzel sev. Dünya varmış, yahut yok olmuş, ne umurunda sen in ?(’^)* beytini söyler. On yedinci asrın ilk yıllarında ölen Sipahi de, Ulvi'nin beyiline dört mısra daha ekleyip altışar bentli bir müseddes 39 yapmış, meselâ son bencivnfie n^ın göıüşle « Vnr, Sipahi gibi sarhoş ve meyhor olmıya bak. Şarapçının evindeki sekiye otur. Keyfiyetimi/i anla, sırlaıa (ve esrar içerek o musibet: şeye, onun keyfine) vaktf ol. Zahit, üzüm şarabiyle kör kütük ve kötürüm ol. Bugün işret et, şarap iç, yannjn gramını anma. Bu yalan dün yayı sana ısıaarlamatlılor ki ('*)» ögü<lUnü vermişti, Onaltıncı asır şnirlerin<Ien Cenani, I)«ştan aşag^ı bu fikirlerle dolu bir müseddesinde < Alemin hali böyledir. Şikâyet etme, sus. Cihan haikıınn nasibi gâh yaradır, elemdir, gâh işrettir, zevktir Başında akıl, fikir varsa Tanrıya teslim ve razı olmaktan geç me. Haline şükret, Cennnî’den şu nasihati d u y : Vus* lata gülüp hicran için ^ l em—çekme. Alemin ahvali böyledir, gâh neşe olur, gâh gam » ög-üdünü verir; ondokuzuncu asır şairlerinden sayılan Vasıf da yine bu fikirlerle dolu olan bir müseddesinde der k i : «Zorla maksad.nı kim elde edebilir, kim bu zafere yol bula bilir? Kaderin hükmü neyse elbette zuhur edecek. İş lerini Tanrıya ısmarla da ne elem çek, ne keder. Arif sen sözümü kabul kulnğ-ına inci bir küpe gibi tak«* Alemde hüner, mihneti kendine zevk etmedir. Fc“ legin gamı, neşesi böyle geliı, böyle gideri (^*) * Bir asır içinde Fuzûli, Bag^dal’in «Şarap habbeleri gibi mcyhanc<lc yıırV tutup üzüm salkımındaki üzümler gi bi bir araya baş koyalım; alırlarsa dini de, dünyayı da şaraba satahm da sarhoş, dalgın meyhane erleri olabm, hiç bir şeyden pervamız kalmasm (") > der, yahut mahrumiyetler içinde zaruri bir istiğnaya bü* rünüp « Felek, bana no mal, mülk verirse memnun AO olurum, ne beni maldan, mülkten ayırırsa hüzünleni rim. Gerçi müflisim, sarho.'^um, a.-jag^ılık bir kişiyim, herkes beni hor g^örür ama anbean ben, kendimi K a run jribi hâzinelere sahip sannım, Öyle hayallere kapılırmı. Gönülde vefa paralariyle dolu hâzinem var ama j^izli. GÖ/.lciim laal vc inci hâzineleri ama bu laal ve inciler geçip gidici (’ )> diye öğünür, yahut yeri nirken (Zatî, İstanbul’da yazdığı bendin terci bey tinde «liu dü,ı\ya kimseye baki değil. Sâki, dolu içel«rpj.v.Jsv?ıdehi dolu Üoİu suıjl**) » demektedir. On sekizinci asırda lâle devrini yaşıyan NedimMn neşesine dikkat edin, bu ta.<}kın neşede nasıl bir elem gizlidir «Bu dünyanın baharını bir yan neşe say; lâleJiğ-mi çekilmiş, içilmiş bir kadeh şaraba müsavi bil. Gönlün gam tozundan tamamiyle arınması lâyık mı? Ey hoca, Kâbenin tozlarını yılde bir süpürürler (®)» diyen ^ıı^adamın neşesi, ancak ve ancak gününü gün etme kaygısından dog;an, yarının meçhullyetinden meydana gelen melânkolik ve marazî bir neşedir./Ay ni şairin «Gönülde, evvelce ne yakıcı istekler, dudak ta ne zaptedilmez ahlar, ateşli hular vardı» beytiyle başhyan ve «Ey Nedim, ey âşık bülbül, neden susu yorsun? Sende evvelce çok sesler, çok nağmeler, çok sözler vardı (^“)» beytiyle biten gazeli, lâle dev rinden sonra yazdığını sanıyoruz. Bunda hiç bir mâni de yok, çünkü Patrona isyanından sonra bir müddet yaşadı ğı muhakkak. O kasırların, çağlıyanların, lâlelerin, lâle> liklerin, o çernğan safalariyle helva sohbetlerinin, ora larda yaşıyanların, oraları seyredenlerin, o zevk ve safaları tertip edenlerin vc nihayet bizzat Nedim’in 41 ne .oltluğ'u tla malûm t Bu kadar miilhiş bir akıbet, Divan Edebiyatmda belki bu bir beyille müphem bir surelle anılmada; ba^ka hiç bir al<is bırakmamış! Bağdat — Is lanbu l. Halta Hcral — Bağdat -- Islan* bul ve onuncu asır — ondokuzuncu, halta bu çün bile bu zavallı edcbiyalı sürükliyenlerle ve hayranlarilo yirminci asır. Ne geniş saha, ne uzun zaman. Bu jfeniş sahadaki muazzam hadise dalgalarmdan ve bu uaıın zamanda lekcvvün eden tarihten, Divan ILdebiyatında bir iz bile yok. Bu geniş sahada, bu uzun zaman içinde esen hava, hep ayni miütik havadır, dtyulan hep şnrnp kokusu I Galip, bize bu yokluğu bir terciinin bent beytinde şöyle söylemekte; «Belâ, şaşkınlık girdabını dalgalandırmada, kaptan yok. Y a zıklar olsun ki yokluk sahillerini, yalnız namevcut yok sesi tultu I ■ » Şairlerimiz, mühim gördükleri hadiseleri, eğer bir sanat gösterme imkânı varsa, eğer böyle bir fırsat bulurlarsa güya tarihlerle tespit etmişler. Fakat bun lar da vajcalardan zijrcide şa^ıısla^ra,^ daha doğrusu şa hısların vereselerine, veresenin servetine yapılacak me zrj;_Uşmın heybet ve azam et i ne bağlı su n j şeyler. Yazıldıkları divan, yırtılmadan, güveler tarafından yenmeden önce okunmaz olmuş, kazıldıkları mezar ta* şı, kırılmadan, düşmeden evvel silinmiş, mahvolmuş yazılar! A dı Mahmut olanı < Makamı Mahmud » a yü celten, Halili cennette İbrahim Peygamberle eş eden, bir bestegânn matemini, makam adlarını sayarak tulmıya, bir şairi, Peygamber’in şairi Hassan’la bir araya getirmiye uğraşan, hatta «Kel Memiş, sanki dünyaya 42 ^clmemi-v » gibi soğuk kelime oyunhuına mevzu olan ruhsuz yazılar i On ycdinci asrın sonlaiMuhıki < Vak* ai Vakvakiye» ye şairin birl^ bir Inrilı diı^ürmüş, beraber okuyalım: tGöğüsU'i delen lolek b: gçiıvaıunı seyret; Atmeydanı'na kavak ağdacını nasılda dikti! Dallarına bunca çıplak vücudu aslı da .‘ıdela o ağa cın her yaprag"!, pejmürdelerin delici i oldu. Alenıjn ibret hatifi şöyle tarih söyledi: Pek Ulu Inıırınm lVe ecelin) lakclir bul» mü. Baki olan L'lu Iniın ulu ol sun Hep ayni fatalizm, hep ayni mistisizm, hep a y ı^ ^ a işkıniık ve mutavaat 1 ~No bir teessür, ne bir isyan 1 Bunu okuyunca bize düşen söz de ancak, peki, Ulu Tanrı ulu'olsun bakalım demektir. Ayni teknikle ve ayni dü.^ünceyle Tiinzimatçı Ziya Paşa da terci» bendinde ancak yen't koznıoğraîya kanun ve nazariyelerini anlatmış, Mesncvi’den aldıg^ı . dünyadaki zerrelerin hep birbirini yediğini, nereden aldığını anmağ’a lüzum bİle j^öımedon gevelemiş, herkesin Tanrı hakkında ayrı bir zanna düştüğünü, fakat hepsinin de murallarmın bit olduj^unu, evet, binlcrcc defa söylenen bu sözleri bir kere daha söyliycrek tasavvuf yapmış, dünyada kimisinin tlrvletle, zevkle, kimisinin sefaletle, kederle ömür süidüğünü söylemiş, nihayet her şeyin ranr» lnk»lirıylc. lueyflan» geldiğine hüküm vermiş, her bendin sonunda » Tenzih ederim Tanrıyı; akıllar, sanatında şaşırıp kalmışlar; aklı, fikri olanlar, kudretine bakıp âciz olmuşlar* I dır» mealindeki beyti tekrarlamış durmuştur. Ayni şair, ayni şiir parçasında «Yarabbi, bu ne iştir ki her 43 biItrili kişi, rkîcıl denilen bclûya düşmüş de Alemde huzur ve istirahattan mahrum kalmış» (“ ) demekte. Çok doğru, hakikaten de böyle akıl, bir belâdır in sana. Terkibi bendindeyse bu Tanzimatçı şair, bütün yeniliklere muarızdır. Hatta «Bütün nizamlar, kâğıt larla ilân ediliyor. Tebaayı Ufla refaha ulaştıımn da yeni çıktı» diye g^azetenîn bile aleyhinde bulunur. Bilhassa Frenk fikrine uymanın şiddetle aleyhindedir. Nihayet diğer bir şiirinde «Devlete doğrulukla çalı şan kişi, mutlaka derde uğrar. Bu memlekete karşı doğrulukla bulunmak, deliliğin la kendisi>('') der ve «Bir senin çalışmanla zamanenin usulü değişmez ki. Aciz bir kul, çnhşmasiylc takdirin hükmünü boza maz >(^^), «A efendi, zamana nizam vermek, sana mı düştü ? ö y le merhemlerle bu yara onulmaz ki. Sen, bu delice fikirlere sarılma, meramın rahata kavuş maksa asrın g^idişinc uy, varsın j»itsin N (*”) sözlerini vezinle, kafiyeyle söylemekten çekinmez. Hülâsa bu Tanzimatçının fikirleri. Terkibi bendindeki şu beyitle hülâsa edilebilir: «H ü r öluıak istersen cihanın ne zevkinde, safaşında ol; ne gamında, kederinde 1 » ve «Harabat» ında «Bir şairin isteklerinin sonu, en son istediği şey, bir şı^e şarabla bir yasemin yanaklT sakidir» (20) deyib işin içinden çıkar. Hasılı Divan Edebiyatında hâyni-ve hayatiyet olmadığ^_gibLhayAta,.„b«lğlıiık yç,„ yaşama ihtirası da jyokturJŞair, önceden de söylediğimiz jribi gününü gün etmeğe çalışır! Onca mademki heışey mukad derdir ve kendi de nihayet ölecektir, herşey yok. 44 olup ^ilmededir, biryüıı tlalıa /cvk elınek kârdır. Yaşamayı böyle yören bir adam; yîi;:atmayı düşünür* ınti hiç? ILibeltc bu dü.«jünce sahibinin giden ağdasıdır, îçelen pa.^ası. Elbette bu düşüncenin neticesi dalka vukluktur, neşesi sarhoş neşesi. Ve elbette bu fa talizm, bu derin melankoli ve ınislistzm, diınyad.'in kabersizdir, müspet düşünceye yanaşmaz ve ierdiyctci bir sarhoş meydana j^ctirir I Bu yazıda nesir olarak geçen örneklerin asılları A yif-u hû.';, cylfi im iiıu ıc t ib iıiA ilu ııı;ıc lıla ı Is' U;\v\c ı^\\v.c\ ic v l)iı va rışa fr r ıl.‘i ) i d ü ııv A y ; n ü û iu ii D ü u y â varim ış yâ ki yı>^ıtlııuı\. ne u m û ııın 3 VaV SİjvMvî 1;İVjİ «\CSV;'>»C-YÜ n iı;> 'llû l S ik iiJ 'i nı.-4s la b a - l lıâ n t- i Aıı\u V c y f iy y c liın ’u Z i'ılıid â lıâd e - i c ıı;;û ı A y^-u 4 A le m i n cy lc lıâ li . h u c lu ı <icU ttübUıt ıvyş o lu ı lu ım n ıâ r vîıkıl'-ı c s r â ı nlaj^İM ola[;<u ile ovk;‘ır ıdaj^İM . . c im e .......................... ^ikTıyrı n l Ualk-ı c ilıfu ııit lın ııın ;. <ıûş (icvıttc ic.slnıı-il Ji7.;'ı«lıiu v;‘uı>,a bii^ııulii l)û^ 4S lliiH iıp ijiik ıe l V ııs lıtâ C e n â n î’ d o n b u lııın dA iı eyle pftş prT ulî o lu i) lıi c ıâ t ı i(,'üıı ç c k ın t' e le m al»viil-i â le m }>:lh ifâdî f'â h };am Îİ K im Kİm »(('Htı /III !!•' multMitlımn ıı* oU)rUı* /tıht'kiı'k no M iiK k ’a JcCviz-i lu ıif tr c l K ı l sÖ7,ivm â ı i f M ilin d i G am -u I ü»‘‘ Un«Uı ne f l c m ı.eJ( ne Itcıle ı is e n Rû^j-ı k a b û lc g e v h e ı k e n d ü y e z ^ v k ı- lın e d ir â le m d e fâ d i- i f ^ le k lıü n c ı b ö y le g e liir \»öyle ıjid e r § K lcy lia h â b ı R İb i ıne y U rıncd c b i r cv d t ıt u lıa n İ k d ' j cnt;v»ı b ir A ls a lı u d în M c s t- ii m c d lıü ş - u H ia y a l)nş <,Rlui>a,n ile d ü n y a y ı ^ a ıâ U a s n lu liiin h a ıû b û liy - v l lti*b;»k Nc ti)iilk - ü Ne m ü lk - ii m ıU dcrı sıvûıe k ıls a ıııâJ baıı;l IC gerçi m ü f l i s ' ü D e ın â d e m (jö n ü ld c (iö i^ ü m ü y le nakd-i lıı/â n c - i ın e s ı- u o lu lin ^ vcrsu ı n r m n û n t ı n m a lız û n a m m u lı« k k a ı- ıt d ılııa m Im y û l e y lc r o ın k i K ii t r ı n 'a m v efa }»cnci liy k la ’ l-ü g ü lte r p in liiin î v e li f<îfii S Hu .cilıiii) IviııısryO d(-j!>il h âki l(,'clim d o lu d olu sun sûkî § n i ı n îm nc^’c say bu ciliAniD b c h â n n ı B ir sı\nar*ı keşideye tu t late>eârını D il |;iııbi (Miıiısır olmn rrvA ini ki K â'ltrn in ]*ly lıAce yılda liir KÜjıUrüılcr i 'u b A ııu ı § 46 10 S îııe d c e v v e l ue m u ü n k û ttû U r vât id i § 11 Kcl.\ ıncvc - âveı*) ^;inl;ılj-ı lıu yrcl ııâ h u d â ın c fk û d A<leıu s fılıillc iin luUf» dııit;ik n:\-njcvc(ul § 12 Ji:i^>l)âıı-) fclck~î At tn c y d iiıiın a ŞâU sânna .sîııe - k ild A zı se y re t d ik tî asup ^ectT-î v ak v A lii l)u n c;ı te n - î n r y â tn O lt lıı [ n 'jn u ir d c lc ı ili d e f te r i lu ı ovı;V<ı J lâ ıil- i iliı<‘l-i Alem d<‘<lil( r i;‘u ilılt ı llıil«ııı-i H ılıdii-i ı-ecl »('Ilı- ı.rlil(ıl lı/ılıi lî 1^ 14 S ıilih â D e nıL ıı la liiiy y e r e fi h i ı ı ı 'i l ı i l S ü h b fıııe ııtcjı b ik u d ıe ıilıi Y û r m ) u c d ii O liM iıv Im >.ı’ c i / ii l ukûl f u lıû l d C U ıd c lu'V ı m ı d ' i /.û- fii:ııın hclA-yı u k l ile â iiu n d a a Bu beyit, yalnız «lafların kıllısında asmalar budayıın» jfibi mânâsız dcğ^il. i Icın mânâsız, hem de bo zuktur. «Yarabbi, bn ne iştir ki her bilyi, her hüner sahibi kişi, akıl belâsiylc huzur ve iatitahallan> masun olmuştur diyemeyiz, mahrum olmuştur det iz. Huzur ve istirahat, herkesin istcdig^i şeydir. Divım şairininle tek iatc<lig;i «vcy, meyli, ın:»hbupUı, çcnkli, çu^nneli bir iıuzur ve istirahattır. Masun kelimesini iyi şeyler hakkında deg;il, kötü şeyler hakkında kullanırız. D i van Edebiyatının ahenkli, uyuşturucu, adamı melankolik ve mistik bir hale tfetiren, hem bir cemiyetin, hem de 47 bir ferdin nMnktnı boxî\n telâkkilerine nkıl »nhibi, kapılınii/; «klı, onu bu nkibcticn mnsun kılnr gibi. Fakcvt «lünun» kclinıesiyle kafiyeli olduğu için Ziya Paşa, l)unu caiz jronnüştür. Zaten knliye, vezin ve ohenk, bu edebiyatta neleri caiz görmemiştir ki ? 15 1‘^ j a k ile îlâ ıı o lu n u r c ü ın lr. nızûm T ıt l'Mlâ/: ile IG tc r f îh > i r a iy y c t y e n i ç ık t ı th 'jılc \)f;ıar İlim üadâkat else ell)Ol <lcvlclc isûUivıncl nt;ıli7.*t ciıuıeUİr hu mülU-ü m illete 17 J liı seciin .s.ı'yitı ıı,snl-i tU 'lırİ A b (l- i âciz: ,s«'y i|r iH İıv li- i In jjy îr t a k d ir cy lctııtv . e y le m e z § 18 S c ıı m i U ıık lııı lıcy e rcnıH <telıre v e r m tıiıç ü n Ö y le ıııc t iıc ın lc r ilC tu ılm a /, b u . y â re i lliy d i n J lü j olm ak ei>er isler iscü olm a cihanın § 10 Zevkıtuia, »ulâsuKİa, yaıııındâ, kederinde § 20 liir >;âirc nuint» h:\-yi ınnksnd liiı «fi^e şaı:U ı-u l>ir se m e n - h a il n ıt A m IV Divan Edebiyatında mecazlar saltanatı Divaı\ Edebiyatı, şöyle ılc Imlâsa ctlilebUir '• Ke limeler üzerine kurulmuş mecaz saltanatı. Bu saltana tın hüküm sürdüğü zihinde kelimeler, fikirlerin kalıbı (ieğ;ildir; her an fikir, bu kelimelere kalıp olur. Fikir ler, kelimelerle if;<de edileme/; kelimeler, fikirle ifade edilir ! Şair, düşünemez, düşündüğünü söyliyemeı:, mutlaka aynı şeyleri, aynı tarzda, yalnız üslûp lı^ususiyetiyle meşrep hususiyetinin meydana ge tirdiği bir ayrı renkte söyliyebilirse söyler. Maı:munlar hep aynıdır, mecazlar hep aynı, hlattâ bu mecazlar hakkında kitaplar yazılmış, acemi şairlere emekler verilmiştir. Mecazlar âleminin ölesi ya saktır şaire. Fakat hakikî hayat da bu mecazlar âleminin, bu altı, üstü, önü, urdı kapalı avuç içi ka dar yerin Ötesindedir ve orada ancak halk şairleri, divan şairlerinin beğenmedikleri halk şairleri vardır. Bu ede biyatta meselâ çınar ellerini açmış, yahut yummuş, y^hut da soğuktan eli düşmüş bir ad.nmdır. Bâki, ba kan anlatırken «Cihan yeni can bııldvı, nebatata ha yat gfeldi. Selviyle çmar hareket etseler ellerinde (^) » deı. Yahya, kışı tavsif ederken «Alemin soğukluğuna bak hele; ilkbahar geldi de hâlâ çınar, ellerini koynundan çıkarmıyor (^) diye mırıldanır. Nedim « De renin ayağı, önce baştan donmadıını ki ? Yayut da 49 çınarın eli yeşillikte düşmedimi ki ('*)» diye sayıklar. Bütün bunların sebebi, çınar yaprağının nasılsa vc evvelce ele benzetilmesidir. Şair, bu yüzden ele bir de ayak katar, ayag'a tabii bir baş lâzım. Baş, evvel, başlangıç mânasına da gelir, işte bu acayip halita, son beyti meydana getirir ve okuyanlar * Cemiyeti elfaz — lâf topluluğu > var diyerek cn ziyade bu bey ti beğenirler. Mah yani ay dendi mi mihr yani gü neş sözü de ardından gelir ve bu son kelimenin sev' gi mânasına da gelmesi, şaire bu kelimeyi iki mânada kullanmak içİn bir vesile verir v t şair,.sabahı anlatır ken «Bilmem ki sabah, hangi ayın sevgisiyle (güneşiyle) böyle ağlamakta ve her gün halka gizli bir doğ gös termekte (*)> der, Dag^lama, ateşle ojur, ateşin güneşle münasebeti vardır. Nihan yani gizli kelimesiyle izhar, yani gösterme, meydana getirme kelimesi de mâna bakımından birbirine zıd iki kelime. İşte bütün bu ke~ limeler, beyte girdi mi ne de güzel olur bu beyit y al Şair, divanının tamam olmasını ve (s) kafiyeli bir gazelinin de bulunmasını ister. Kafiyeli sözleri birer birer sıralar: Küus, harus, bu», nbonus, Feylekus. Ve şarabı güvercin kanına benzetir, horozun gözü de kır mızı, sevgilini dudağı da laal renginde. Kadeh şaire, dünyayı bambaşka, şeşi beş gösterir. CemMn dö böy le bir kadehi vardır. İskender'in de gemileri bir ay* hk yoldan görüp yakan bir Camı cihannüması, dünyayı gösteren bir kadehi varmış ya. İşte bütün bu evvelce hazırlanmış, binlerce defa gevelenmiş şeyler, şöyle garip bir gazel meydana getirir; «Yine kadehler gü vercin kaniyle dolarak kadehin dönüşü, bize bir hoDivan Edebiyatı : 5 50 ro2 gözü gösterir, bir neşe verir mi acaba? Mecliste lani dudaklarının kadehini og^düm de şarap kadehinin dibinde kalan yudum, beni pek beg^endi, gelip ayağı mın bastığ^ı topragfi öptü. Yanağına büklüm büklüm saçları dökülmüş; yüzü, âdeta tutulacak yeri ve per vazı abanoz bir aynal Eğer Feylek*os'un oğlu İsken der, dünyayı gösteren yüzünü görse aynasını icat etmeye lüzum görmezdi... (•')> Pervane kelimesinin löylenişi pervane de olabilir. De»hal şair tPervanc ıçığın koynuna gömlekle girmede; aydın bir gönülle ıjığın içini kendisine yer etmiş, (*) ne pervası var ki? beytini sÖyleyiveririr. Hatta kelimenin yazılışı, bir baş ka mâna verirse şair, bu fırsatı hiç kaçırmaz. Cut, cömertlik, el açıklığı demektir. Fakat meful halinde Cudi, Nuh peygamberin gemisinin oturduğu dağın da adıdır. A kik Yemen'de olur. Alelade taşken Süheyl yıldızının tesiriyle renklenir. Bu da araya girdi mi işte güzelim bir beyit; «Eğer Cudinin Süheyli, ziyasile feyiz verirse Yemen ülkesi, akik suyu üstünde Nuh gemisine döneri (^)> Bir iki örnek daha: Güneş, Hamel yani koyun bürcüne girdi, nevruz oldu, bahar geldi değil mi? Şair der ki: «Devri zamanede öyle bir vezir ki koyun bürcündeki güneş bile onun mevkiine ve ululuğuna nispetle âdeta bir koyun eminidir! (*)* Ayak kelimesi hem ayak, hem de kadeh mânası na gelir. Desti de hem eli, hem de bildiğimiz testi. El, ayak; başı, koltuğu hatırlatmaz mı ya ? Beyit ha zırdır: «Gâh desti ( e li) , başının altında, gâh ayağı 51 (kadehi) koltuğunda. Gam hastası, düşe kalka scvgîlİBİn lQtuf kapısına dûştû, yıkıldı! > C*) Küçük bir sevgili, kuzucuyum diye sevilebilir. Fakat bu kelimenin hatırı için koyun unutulur mu hiç? Ve şair hemencecik « Hava sertleşti, soğudu, kuzucag'im, koyundan çıkma (*°) > der ve bir an içinde okuyanın burnunu bir koyun, bir agıl kokusudur sa rar I BÖyün mutlaka sclviye, saçın sümbüle, gfözün nerkiic, knşm yaya, bakışın oka, kirpiklerin mi7.rag;a, ya hut temrene, dudag’ın laale, göğsün aynaya; yahut ^ülûn padişaha, bülbülün âşıka, çimenin döşemeye, |bilmem neyin bilmem neye benzedig;inden kâfi derecede bahsetmiştik.-Şu ..edebiyatı bîr asrileştirsek, me sela tank gûg:üslfl, tayyare gibi uçarı, kıtdım ı şarap neller saçan, bomba gibi patlıyan bir sevgilinin alarm gecesi gibi zülüflerinden bahsetsek, böyle bir gazel yazsak tuhaf mı olur dersiniz? Fakat ayni şey de lril mi? Maamafih zamanında bu tuhaflıklardan da nü* uuneler verilmedi değil. AH Emirî merhum, bu çeşit gazeller yazdı ve meselâ « Telsiz telgraf» redifli ga zelinde telsiz telgrafla Tanrının kudretini ve varlığı■ı anladı ve anlattı. Sağ olsaydı bu günkü savaş tay yareleriyle ve tanklarla da acaba Tannnm adaletini anlar ve anlatırmıydı dersiniz? Hasılı divan şairleri, ilhamlarını tabiatten, iç ve dış âlemden değil, birbirlerinden ve divanlardan alırlar, tlham perisi, onlara elifin boyundan görünür, mimin ağzından söyler, yahut henin gözlerinden güler. Ba peri, eski divanların arasında küflenmişti, fakat 52 şimdi hiç kalmadı. Eskileıce bir İnanış vardır : Kita* bin ilk yaprağının üstüne «Yâ kebîkcc» yazılırsa gü ve yemez. Kebîkec, kitapları güveden koruyan mele ğin, yahut cinin, şeytanın adıdır. Hocanın bİri, mol lasından bir kitap ister. Molla, kitabı eline alınca rar ki lime lime; güve delik deşik etmiş. Hocam der, kitabı güve yemiş I Hoca bağırır: Y a Kebîkec ykz~ madınmı? Molla cevap verir« Yazdım, yazdım ama önce Kebîkecl yemiş de sonra kitabı yemişi Yangına karşı evleri koruyan « Y a Hâfız * levhasiyle kitapları koruyan «Ya kebîkeo yazısı, asırlarca bir iş göre medi; levha kırıldı, Kebîkec yendi. Zaman güvesi, artık divan edebiyatının perilini de, bu perinin ilham ettiği bahan da, hazanı da, neşeyi de, elemi de ve bütün mecazlar saltanatını da yedi, bitirdi, önce Kebîkeci yedi de sonra Öbürlerini I 53 Bu ,yazıda neşir olarak geçen Örneklerin asıUan T Azc cno b u k h ı c ih a n e r d i n e b A lııia h a y â t '^ E lle r in d e h n rc k A t c y lc s c lc r scrv - ü (,'cnftr § G ö r A le m in b iir O d c t in î g e ld i n e v b e b .lr K o y n u n d a ıı c llc ıîn i d a h î çenAr § A y â^ı donm adı Ya düşm edi m ı c û y ın e v v e lâ b a ş t a a m i <^eDârıo c lî ç e m e n d e m e ğ e r § K a n f^ ı İle r lu A lıın gün b tlın e / c tıı ın ih r iy İR <ıhi)u;^ r.Ar s u b h e y le r h a lk a b i r dAg-ı D İh a n ızh & r s u b h § H û n - ı k e b û t c r île p ü r o l u p D e v r - î p i y â le 'M e c lis t e g ö s te re c âm > ı Ia 'l* i le b in T a h s i n le r e t t i c ü r ’a b a n a R uhsârM y in e küûs m î d îd e - î h a r û s v a s f ın e y le d im k ıld ı bAk <■ b û s sâf> u p&ki h a m - î z ü lf - i y&rde A y i n e d i r k i d e s te v ü pervâzı âb u n û s C â r n "! c ih a n - nflın& - y ı cem fk lin g ü ıe y d i ger E tm e /d i v a z ’>ı fıy ıu c (crzend-1 F c y le k Û s lU k i 5 G ir e r k o y n û n a ş e m 'in g îc e p îr â h c n ie p erv& n e D e r A n u o d a y e r e t m iş t ir d il- î r û ş e n le p e r v i ne Yahyn 5 54 7 Vâye - b*hş olsa ig er tâb-ı sühcyl-î cûdî Keşti-î Nfih’ü döner &b>ı Jkkik Uıt« Yeme* Nedim t V cılr>i dcTr-i zernan kim ham eldcki bur^fid C'clAI-ü c ituıı» ııitiLcllc bir cııılıı-i i'aııcııı N edim Ü 9 Cıehi zir-i serde deslî gch ayigı kolluğunda. Düşe kalka basle*i gam der*i lûlf-ı yâre düftii Şey G alip § İÜ Serd oldu bevâ çıkma koyundau kuzucâ^ın Nedim Şehir-İstanbul V e Divan Edebiyatı Divan edebiyatına saray ve enderun edebiyatı di yenler oldu. Hemen her şairde tesadüf edilen padi şah, şehzade, bazan sultan vo umumiyetle vezir me~ dihleri, savaşları öğen ve majjlûbîyetle neticelense biU padişahı, misli görülmemiş muzaffer bir kahraman haline sokan kasideler, yapılan saraylara, köşklere, çcş** melere düşürülen tarihler ve bunlara benzer daha nice bayag;ı şeyler düşünülürse hakikaten bu edebiyata saray ve enderun edebiyatı diyenlerin hakkı vardır. Fakat asıl bu edebiyat, yapmacık bir şehir edebiyatı** dır, hem de yalnız İstanbul şehrinin edebiyatı. Divan edebiyatında umumî olarak ve ancak <Şeh~ name> den ilham alınarak İran ve Turan adlarına, vaktiyle nısfı cihan sayıldığı için İsfahan’a, HafızMan itibaren ve yine ancak Hafız tesiriyle Şiraz’a, laal çık tığı için Bedahşan’a, akik çıktığından Yemen’e, misk ve nafe münasebetiyle Hıt'a ve Huten'e, zülüf, yahut kaş ve ben dolayısiyle Hind, Habeş ve yüz, aydınlık ve güzellik dolayısiyle Rum ülkelerinin adlarına... böyle hiçten ve lüzumsuz münasebetlerle bir kaç şehir ve ülke nin yalnız adlarına rastlarız. Bu edebiyatın nemalandığı topraklardaki şehirlerden, Anadolu ve Rumeli şehir lerinden bula bula Edirne, Bursa ve Manisa’yı Mev levi şiirlerinde de fazla olarak Konyayı buluyoruz. 56 Bu da padişahın zaman zaman Edirne’de, Bursa’da, Manisa’da bulunması ve Mevlâna’nın Konya’da yatması yûzündcdir. Ve şair, İstanbul’u nasıl övmüşse ve över* se bu şehirleri de öyle övmüştür ve Öyle över. Ha vası. g-üzeldir bu şehirlerin, suları lâtiftir. İçlerinden akan sularla yeşillikleri, adeta mavi atlasla bezenmiş yeşil bir kumaşa benzer. İnsanın canına can katar bu şehirler ve abıhayatı, buralardaki sulardır. İskender, bu suları aramıştır da bulamamıştır. İran’da bahçelerinin benzeri yoktur ve nihayet bülbülleri, hiç şüphe yoktur ki padişahı, yahut sevgiliyi ög;er, g ü l ler sevgilinin yüzüne bakar da utanır, selvilerse ner de onunla boy ölçüşecek? Hep bu, hep bunlar, hep bu nag;melerl Ülkeler alınır, şehirler kaybedilir. Bun ların adları, yalnız adlan, şairlerin düşürdükleri tarih lerde, tarihçilerin şaşırdıkları vakayinamelerde anılır. Hep İstanbul’u öven divan edebiyatında acaba İs tanbul’u bulabilir m iyiz? İmkân mı v ar? Divan ede biyatı şairlerinin en büyüklerinden birine, Nedim’e göre işt^.Ut.anbul: < Eşsiz örneksiz, bir taşına bütün Acem ülkesi fe da olsun. İki deniz arasında yekpare bir inci, âlemi aydınlatan güneşle tartılsa yeri vardır. Bir nimetler hâzinesi ki incisi, ikbal ve devlet; bir İrem bag^ı ki gülü, şeref ve yücelik. Yüce cennet altında mı, üstün de m i? Hakikaten de bu ne hal, bu ne hoş hava ve su I O nu dünyaya deg;işmek insafa sığmaz, gül bahçe lerini cennete benzetmek hata..........Camilerinin her biri bir tecelli dag;ı, oralardaki dua mihrapları da me leklerin kaşları I Sokaklarında bilgi kumaşları satılma 57 da. Hüner pazarı, bilg^i vc bilginler madeni I Mcsçillerinin her biri bir nur kaynağı; kandilleri ışıkla ay gi bi dudag;ına kadar dolmuş. Kaynakları insana can bag^ışlamada ; hamamları cana sefa, ruha şifa verme d e ........ 0) » Ve bu, böyle gider işte. Biraz sonrada hemen Damad İbrahim Pnşa’nın medhine girişilir; za ten bu mukaddime, o medih için yazılmıştır. Nerde bo^az, nerede Haliç, nerede Çamhca, nerde Mar mara ve A dalar? Nerde Galatanm, fetihten beri meşhur olan meyhaneleri ve sefaheti, sefaleti ? Nerde balıkçı kahveleri, koltuk meyhaneleri ? Nerde o zamanlardan beri halk yatag;ı olan Aksaray, Haseki, Samatya ? Nerde sura yakın ve sur dışı mahalleler? Nerde birbirine çatışmış evler, gün görmez sokak* 1ar, çıkılmaz yokuşlar, inilmez yarlar, bozuk kaldı* rımlar, zifiri karanlık, lutufkâr ay ışığı ? Nerde me zarlıklar, selviler, mezarlıklarda geceliyen diriler, ay va sarısı yüzler, kan kırmızı külhanbeyler, hamurla beslenen, samurla gezen beyzadeler, koçu arabaları, kibar gezintileri, konak yavrusu evler, saray bozması konaklar, kolfnlar, halayıklar, îıarem ve selamlık? Nerde ziyafetlerle korunan makamlar, iftarlarla alı nan cennetler, kara vicdanlı ak sarıklılar, keramet tellâlı şeyhler, medrese ve tekke, daraağncı ve ke ment ? Nerde tokluk, nerde uçhk, nerde Yeniçeri isyanları, korku, ümit, hile, rüşvet, mevki ihtirası vc can kaygısı ? Nerde, nerde İstanbul ? Sâdâbâdı anlata anlata ,bitiremiyen Nedim, Cetveli sim de bir zevrakçeye bindi mi,' cennetin yanına, ya macına varacağına kani; Tavanlıköprüyü, güzelleri 55 seyrcimcic için kurulmuş görmede; toprağını Tatar diyarına, sizde böyle misle olurmu ki diye seher yeliyU g'ondcrmeyi kurmada; «Şehname» dc böyle bir şey ülmadıg^ına göre Kiaralar devıindc ben/.cri bulunma dığını söylemede, ejderhanın ağzından akan abıhaya ta imrenmede, köşkünü, yine ve yine cennet köşkle rine benzetmede (^), sevgilisine «Çubuklu pek kala balık, Göksuyun da havası hoş değil; tenhaca Sâdâbâda gidelim 0 > diye teklifte bulunmada, safdiller de hâlâ, yalnız bu adlan duyup Nedim’in İstanbul’u Öğdüğünü, lâle devrini ve on sekizinci asrı olduğu ^\h\ resmettiğini sanmada 1 İstanbul halkı ve taassup, bu sefahate kızar, Y e niçeri ocağı için için kaynar, Ibrahim Paşa, bu hoşnut suzluğu görür de görmezlikten gelir, üzüntüsünü şarapla avntur, padişah, her şeyden habersiz, derin sarhoşluk humariyle gerinir dururken Nedim, kasrın etrafında yer yer taze ay yüzlülerin dolaştığını, hep sinin de sürmeli gözlü, şirin sÖzlü, Leylâ y ü zli ahular olduğunu, suların alkış seslerini andırdığını ve ancak adalet sahibi padişahı öğdüklerini (^) söyle mektedir. Nerde Utanbul vc İstanbullu? Nerde borç la geçinen divan kâtibi, yannın ne olacağını bilmiyea esnaf, rüşvet ve mürabahayla korku içinde birVsaltanat süren tüccar, gününü gün edemiyen hbik, her şeye isyan eden ocak, tabasbusla ynşıyan paja, hatta en trikalar yuvası saray, içten yıkılış ve dıştan şatafat? Nerde İstanbul, nerde İstanbullu, ncrdc ncrdc? Tabiî manzaralarını tabiî güzelliğini, tabiî yüzünü {göremediğimiz İstanbul’un zavallı İstanbullusunu divan 59 edebiyatında beyhude aramamalı. Bu edebiyattaki l i “ tanbul, şairlerin sarhoş kafalarındaki yapmacık İstan bul’dur, bu düzme İstanbul’un bir kaç yerinin adı vc bazan bu yerlerin yine bir sarhoş kafadan do jnn, bir dumanlı g^özle görülen ve çetrefil, yapma ve yayvan sözlerle öğûlen sun'î manzarasından başka Istanbur» ait bir şey yoktur bu edebiyatta I Bü yazıda nesir o larak geçen yazıların aaıUart 1 Bû 5ehr-i Sitanbûl ki bî - ntiaUti bchAdtr Bir seogioe jckpâıe Acem mülkü f2d,^dır H alli Nihat teıtibi, S 57— 68, S 2 Aynı <lİT«n, S 52— 53, 6 3 — 64, 3 Aynı divan, S 154, beyit, 14, 4 Gf7.ctmi; kasrın eu&ftnda yet y«r iiz t mch-ıûltr § 8 Mükahbal göılû şîrin »özlü Leylî yüzlü fthûlar llem an alkif sadûsın andırırmış çağlayan sûlar Ederlermiş durısın p&di)/lb>ı ma'delel-kArın Nedim - ŞarktUr VI Divan Edebiyatında Köy ve Köylü Şehir vc şehirlinin hakikî bir izi bile bulunmıyan (livan edebiyatında köyü ve köylüyü aramak, o ka dar abes bir külfet ki I Divan edebiyatında köyün izi yoktur ama köylünün sözü vardır. Bu edebiyatla köylü «Türk> dür. En meşhur divan şairlerinden biri C âh ilim tiirk-i nierkeb -etvânm dedig^i gibi Tıirke H ak çeşme-i irfanı harâtn diniştir K. mısraı da bir mühkem kaziye haline g-elmiştir. Anadollu vezirler, sırası gelince «Türk> diye sög^ülür ve Fakirî cTariIat> ında Rumi’yi, yani şehirli münevveri zarafetle, bilgiyle övüp bunlann kimisinin kâtip, kimi sinin şair (yani hepsinin de dalkavuk) olduğunu söy ledikten sonra münafık, ve birbirini çekemez oldukla rını da ilâve eder (^ . Türke, yanİ köylüye gelince d e rk i: «Sırtında kürk, başında börk. Ne mezhep bilir, ne dinden anlar. Aptes filan şöyle dursun, yüzünü bile yıkamaz. Mezhep ehli daima bu sözü söylerler : Yarabbi, aşağılık kişiyle çoban şerrinden sen sakla I (^) Ve köylü, bu hakaretleri kabullanmış, hatta ka nıksamıştır* Sırası geldijcçe o da, o zamanlardan kal ma «Türk ne bilir bayramı hk lık içer ayranı; Türke 61 beylik vermişler, önce babasını öldürmüş; Türkün bildig^ini tilki bilmez» gibi ata sözlerini söyler; Türk dcgilmiyiz, kusura bakma diye özür diler, Türkün ycdigfi yal, g iy d iji çul der, Türklük baş ağrısmdan çetin diyerek kendi kendinden şikâyet eder 1 Söyle meğe hacet yok ki bu telâkki, münevverden halka inen, şehirden köye yayılan bir telakkidir. Hiç olmazstt Tanzipıatçıların alafrangası Abdülhak HâmidMe <Bedevi > adı verilen bir köylü ve cenne te benzer bir koy var. Adam, köylüyü balla, pek mezle beslenir, kaymakla, börekle gelişir, kaygıdan uzak, neşeyle eş canlı bir sultan; köyü de zümrüt yeşillig:i solmıyan, altın ekini tükenmiyen, masallar ırlıyan billûr deresi bulanmıyan bir saadet yurdu sanmış ve : B ir zam anlar karâr agâhım idi Bedeviler gibî beyabanlar Diyerek hakikaten böyle köylerde bulunduğuna ina nanları inadırmıştı. Hiç olmazsa Fikret «Yeşil Yurd» unda kartpostallarda görülen köyleri sayıklamıştı. Hiç olmazsa beşlerden biri, köyde bir « Çoban çeşmesi » ni hecelemişti. Fakat divan edebiyatında bu inanış ve inandırış, bu sayıklayış ve heceleyiş bile yoktur. Ço« ğu timar ve zeamet sahibi olan divan şairleri, köy lüyü yeyen ve ancak sofrasından artanı şairlerin ba şına atan, ancak etini sıyırdığı kemiği şairin suratına fırlatan köy ağalarını bile övmemişlerdtr I 62 Bu yazıda nesir olarak geçen Srneklerin asılları Nedir kimlcrdûntiı bildin mi R ûm î K.ÎU h&Mİ z&ı&felle ulûm i XimS raünçi dcrîle kim i f&ir Z«r&fetlc kıLilar 5İbr~i sübir Velî ciiikço BuUbel iUifrıkl Çekerler birl biıiac tıif&kı § Kcdir bildin mi sea âlemde TûrkU Olü e^Dİodc kUrkU başta börkli Nc mezheb bİle ne din ut diyâoet Tumaz jrücio nice abdest tab&ret ilcseldir bûiDi derler ebl-i mecheb Avam çoban şerinden aakla yjnrab V» M e d ih ve Divan Edebiyatı Fuzûli’nin <Şikâyetname* si, devrinin memur zih niyetini, rüşvet düşkünlüğünü, ahlâkî rezaletini olduk ça kuvvetli bir surette ve hiç olmazsa yalnız bir cepheden sföstermededir. Taşlıcah Yahya, Mustafa Sultan g-ibi âlim ve şairleri koruynn, halka kendisini sevdiren mert bir şehzadenin hiç yoktan ve babasının huzurunda boğdurulmasmt büyük bir cesaretle protesto etmede, sonradan Rüstem Paşadan rezilcesine af dileyerek evvelce yazdığı yazıyı inkâr edecek kadar küçülmekle beraber hiç olmazsa bir aralık içten g^elen bir isyanla vezire, hatta padişahahaykırmaktadır. Ruhi, terkibi bendinde devrini değil, bütün devirleri, devrindekileri değil, bütün insanları tenkit etmede, hilkate bile itirazlarda bulunmadadır. Fakat doğrusunu söylersek ne Fuzûli, bu ahlâki düş künlüğün sebeplerini araştırmış, ne Yahya, bu saray faciasını doğuran ihtirası bütün seyriyle bize göster miş, ne Ruhi, bu acı ve umumî tenkitte insanlığın haline bir çare aramıştır. Esasen bu söylediklerimiz ve daha bunlar gibi bir kaç sönük, bir beyitlik, üç cümlelik örnekler, divan edebiyatının asırlar süren bulanık akışına karşı çıkan üç beş çürük setten başka nedir ki? Halbuki bunlara karşılık medhi ele alalım: Her 64 şair, zamanmdakileri^ ahlâklı, ahlâksız, iyi, kÖtü, bütün zamântnclaki büyüklerimdeki), büyük tanınanları da değil, mevkiiyie büyük olanları, hattâ bunlar İçin de birbirlerine rakip, muarız ve düşman olanları ba* zan birer birer, bazan aynı zamanda methetmiştir. Hem de nasıl mcdilı ve ne sudan medihler? Bunlar bir kaç sınıfa ayrıhr; Padişah medihleri, vezir mcdihleri, şeyhülislâm ve kadı medihleri, defterdar ve** saire medihleri. Üslûp hususiyeti müstesna bu medih1er, bu kısımlar içinde hep birbirinin aynıdır. Padişahlar, CemMe, Dârâ ile, Kisra’larla, Kcyhusrev’lerle, Nuvşirvan'la,, Feridun’la karşılaşlırılır. Cem, padişahın meclisine özenir; Dârâ, ululuğuna meftun dur; Kisra, büyüklüğüne hased eder, yüceliğine hay randır. Keyhusrev, yahut İskender, bu padişahın sal tanatını gförünce şaşırır, ağzının suyu akar. Nuşirvan'la Feridun, adaletine parmak ısırır. Bazan bu geç miş şahlardan biri kapıcısıdır, öbürü perdecisi. Biri ri-* kâbında yürür, öbürü önünde yeler. Padişahın kadri g^ök gfibidir, g-ölg-esi hüma kuşunun g-ölgesi. Dokuz kat gök, onun yücelik sarayının basamaklarıdır. Din ona sığınır, iman onunla kaim. Tanrının g-ölg-esidir. Güneş, atının ya nalını öper, ya özengisini* A y, onun bir emir çavuşudur. Müşteri, ya kadısıdır onun, ya' hut yüzük kaşındaki bir taş. Zühalle Merih, yayiyle okundan tirtir titrer. Utarit de yazıcısıdır, Zühre, meclisinde çalgıcı. Aklıkül, ona hayran,.bir kul. Dün ya onunla durur. Halk kan ağlar, kara çullar giyer ken şair padişahın zamanındaki adaleti;^ hani şu hür* riyet ablanın kardeşliği adaleti, bütün dünyaya hâ 65 kim yapar, kurtla koyunu bir arada jfezdiîir. Peyg^amber postunda oturan bu karaltı, Ebubekir gibi sadakate sahiptir, Ömer gibi adalete. Vesaire vesaire. Vezirler, hep Asaf'tır, hani şu Süleyman’ın veziri o'an, hani şu Belkis^in tahtını g-öz yumup açıncıya kadar SebaMan Kudüs'e getiriveren Asaf. Hepsi de Aristo gibi akıllı, Eflâtun gibi kâmildir bu adamların. Rüstem gibi yegit, Kahramanı kaatil gibi yaman olan bu adamlaıın dünya, hükmündedir. Avuçlar» deniz dir, inciler saçar; kıllı kılçıklı yüzleri güneştir, nur gibİ parlar. Bahtları yaver, talihleri kutludur, tabiî hepsi de boğulunciya kadar, işte bu da hep böyle gideri Şeyhülislâmlara gelince : Bunların hepsi de ciha nın nllâmesidir, şcr'ln pirayesi. Ümmet, onlara sıj^ınır. Aklı evvel, köleleridir, kendileri de zaten on birinci akıl I içleri, Ebuhanife'nin bilgileriyle doludur. Zama nenin (etvasmı bunlar verirler. Ahlâkları pek yüce dir. İbnıh acıb kapıcılarıdır, geçmiş âlimler ve meflelâ Ibni Sina perdecileri. Her sözleri, şeriatn^ ash, emrü işaretlen K uranın tefsiri, hem de ne gariptir ki fetva makamı, hep bu adamların yarliğiyle ziynetlenir durur l Öbür medihler de hep bunlara benzer. Cem, üârâ, İskender, Feridun, Nuşirvan. Yahut yedi yıldız, oniki burç, dokuz kan ^ök. Rüstem, Efrasyap, Tehemten, Pcşcıik, HClşenk, Astd, Si'ıleymnn. Aklıkitl, Aklı fa'âl. Aklı evvel. Arislo, Eflatun, falan filan, bahname* deki adlar. Kitabı mukaddesteki hikâyeler, Batinmyos mesleği, Aristo mantığı. Evet, medihler, hep bu mihver etrafında böylece döner gider. O kadar bir birinin aynıda* bu medihler ki şeyhülislâm methinde D iv ım E d e b iy a tı — ö 66 dc Cem, Dârâ, Nuşirvan ?eçer, defterdar medhinde de. Şair söylemese padişah mı övülüyor, şeyhülislâm mı, vezir mi, defterdar mı? Anlıyamazsınız. Yukardaki tas nifimiz de tam delildir, çünkü medihlerde şair coştu mu, tedahül başlayıverir ! Eline gürz dcgil, çakı al mamış, pamuklar içinde sevile sevİle büyümüş pelte Kazesker Rüstem olur, şarap içeni öldürmiye diş b i leyen şeyhülislâmın meclisinde Cem sofrası kurulur, gölgesinden ürken vezir, aslanlara galip gelir, Efrasyab*ı titretir, eliyle adam öldürmekten zevk alan padişah, adalet timsali kesilir. Üslup hususiyeti bertaraf, bütün bu medihler birbirinin aynıdır. Bâki de aynı suretle över, Nef'i de. Yahya da aynı tarzda medheder, Nedim ve Galip de. Sultan Ahmet nasıl övülmüşse Sultan Mehmet de öyle övülür. Veli paşa nasıl medhedilirse deli paşa öyle medhedilir. Ebüsuud'a yazılan medih, Ebülfutuh’a sunulsa hiç birşey çıkmaz. Sonra dikkat edin; gökler basamak, yıldızlar hizmetçi, ö lü p çürüyenler huset ediyorlar, geçip gidenler hizmete geliyoı lar, İsmi var, cismi yok zümrüdüanka başının üstünde uçuyor, vehimden doğan nklıkül el pençe huzurunda divan duruyor. Şehname'de adı geçenlerin hepsi, sahifelerden fırlamış, misal âleminde birer hftyalî cesede bürünmüş, medhedenle medhedilenin göz lerinin önüne dikilmiş. Bu, bir medih mi, alay mı ? Hasta mı bu adamlar, yoksa eg’lcniyorlar mı ? Sözü uzatmıyalım, divan edebiyatı bir medih ede biyatıdır, fakat alay gibi, uydurma ve yapmacık bir medih edebiyatı I Not : Ö r n e k iç in haD gi ş a irin hAn|;i kA-sidcsitıe b ak arsanız b t k ıo ! VIII Tenkit, Hiciv ve Divan Edebiyatı Divan edebiyatında İnsanî _ve ,at)lâlci, zekâya müs tenit ve hakikî hiciv ve tenkit arasak, bu maksatla bu edebiyatı baştan başa tarasak elimize noksan, ek sik ve çok küçük bir mecmuactk jfeçer mi dersiniz ? Umumyorum. Bu edebiyatta hiciv, tahkir ve terzilden başka birşey deg'ildir. Buluş yok deg'ildir. Bu vadide çok, pek çok yeni, yakası açılmadık buluşları vardır şairlerimizin. Vezin ve kafiyeli sövmenin daniska sını bilir onlar. Fakat buluşların hepsi de birbirinden bayag^ıdır. Bu çeşit buluşlarda adeta ibda kudretini gösterirler. Aynı zamanda bu hakaretler, şahsidir de. Şair, en {azllelU bir adamı, her hangi bir vesileyle rezil rüsvay eder. Bu hususta nasıl örnek verelim, şaşırdık doğrusu. Hicvettiğ'ini, hıristiyan patriğinin donmuş ve tecesBÜm etmiş zartasına benzeten şair, Dehâri-u gabgab-a enfîne nisbet paktır kat kat d iy e başlıyor. İkinci m ısraını yftzanııyacag;i7.; bilmi- yenler bilenlere sorsunlar! Divan edebiyatında alay (mizah) da böyledir. Şair, söylenmez bir uzvunun rezilce marifetlerini sa- » 68 yıp döker ve bununla alay elıni.'j olur. Bir c.cıniyetin y.evkı, bunlarla terbiye edilirse elbelle ni’ıkteleri, bel den yukarıya çıkamaz ve şakaları yüz kızailır. Böyle nükteler sarfını âdet edinen bu çeşit şakaları kanık sayan bir topluluk da elbette menfaatine yardım edeni över, kızmca söver ve âciz kalınca da döv( r ! Bu bahsi fazla eşe'emiyelim. Sözün kısası öyle Över divan şairi, böyle eğlenir ve böyle söver işte. IX Divan Edebiyatında hikâye ve kıt’ala r Bil muayyen mevzuu, bir ba.«lanîficı ve sonu ol ması ve bir macerayı hikâye etmesi bakımından di van edebiyatının en canlı ve bize en yakın yazılan hamseler olmalıdır. Akıl, böyle olmasını ister ve böyle dir sananlar da '»ok değ^ildir. Fakat ne layda ? A k lın kanunları, ınakulâl âleminde yürür, akıllan hay retlere düşüren şeyler bile yine akılla takdir edilir. Divan edebiyatıysa akıl sınırına yanaşmamıştır bile. f3u edebiyatın hamsede, yani beş hikâye yazmada, daha düzcesi hikâyede iki yolu vardır : Y n s u f’la Ziıleyhn, Hıısrev’ le Şirin,Leylâ ile Mccnun, Vanııl; ile Azra jj^ibi defalarca yazılmış, umnmileşmiş, işlenmiş mevzuları hazırca kullanmak ve hikâyeleri bir kere <liiha yazmak, bu suretle önce yazanlardan üste çıUrn.ıjra, daha jrüzci yazmağa çabalamak. Mev zuu tayin edilmiş tahrir vazifesi g^ibi birşey ! Yepyeni bir mevzu bulup onu işlemek. Bu İkin cisi s.'ihiden böylemidir ? Divan edebiyatında yeni mevzu bulmak, inanılır şey d e jil bu. Anlatmak için böyle (itmek zorundayız. Fakat bu edebiyatta yeni mcv/.u olamaz. Bu edebiyat, kullanılmış eşya saldan bir |),r/,;ıı fİM i Jurada yeni bir şey j^örülse bilt' mut laka (.‘skidir. Silinmişi ir, süpürülmüştür; örülmüştür ; boyanmışıır, ülülenmiştir de yeni diye yullurulmıya jrcliıiluıişiir. 1lüsnü A şk ” yıllarca yeni sanılmıştır ama ^ürıüıı iıiriade bu mevzu, Fuzûlinin ^’tSihhatü 70 Maraz» ında çıkıverir. Bir müddet sonra bir <lc ba karsınız, bir İran şairinin de Hüsnü A şk ’^ diye bir hikâyesi vari Nev’i’nin hamsesiyle Galib’in Hüsnü A şk^, tamamiyle muhayyeldir. Hakikî hayatla zerre kadar nl.îkalı deg^ildir. Bu edebiyatın mccnzinrının liaşir neşir olduğu bir kafa, bu masalları dinler, mest olur. Fakat bu masallarda hakikî bir değer aranamaz. Aşk, kızıl atına binmiştir, ah kılıcmı çekmiştir, sürüp gelirken bir de bakar ki önünde ateşten bir nehir var, kıyısında da mumdan kayıklar. Bu kayıklardan birine binilip karşıya geçilecek. Fakat aşk, g-ayretli delikanlıdır. Söz, onun kılavuzudur, gayret lalası. Beyzademiz, atını ınahmızlar ve bir alev gibi o atçş ırmağının üstünden Karşı yakaya çıkart Ejderhalarla uğraşır, cadılarla savaşır, kuyulara düşer, bir g^öljfe olur, bir sesten ibaret kalır. Güneşin, ayın ışığı bile delikanlıya ağır 4:dir ! Sonunda bir ha disten alınma Zâtüssuver şehrine varır, krilh kalesine jfirer, bir rle bakar ki hocnsı Molla yı cüııım -drlilik mollası, küçükken kenarında cğlcnflikleri feyiz havu zu, beraber okudukları edep mektebi, Hiisn’ün dadısı İsmet, kendi lalası Gayret, kılavuzu Söz. lıc]).si hepsi orada. Tılsımlı aynayı gelirirler, Hüsn’ü ı^örınck için bakar, kendisini j^örür. Anlar ki Müsün, A.şkın ta kendisiymiş. Bu hikAye, lasnvvııfıın bir tnasalından başka bir.'jeymidir ? Calip, oncc süylcnmi^i, başkaları larafuninn çiğncnmi.-? edaya el sunnıamayı bnıjkalanna lavsiyc ediyor amma kendi tavsiyesini kendi.si tutınayor. Taşlıcalı Yahya, Fuzûli'yi, bir kadın arkını ?.ulatUğınvU\u kınar 71 ve kendisi sevgilisi Şah licy nîîmına '»Şîilıu Geda» diye bir hikâye yazar. Fakat İran şairlerinden biri sinin de «Şahu Geda» s» vardır ve ne g^urip, Şah Beyin adı allahtan Şah Bey olmuştur da bu ad, bir de bizim edebiyatımızda duyulmuştur 1 Fuzûli’yi kına yan bu âşık şairi, dig^er bir âşık şair, utanm.ndnn sev gilisini ellere duyurdu, dillere düşürdü diye ayıplar. Bu ayıplayan! da Galip, «Hüsnü Aşk» mda başka bir bakımdan hoş jçörmez İşte böyle jfclmiş, böyle jjidcr bu i Kendisini hamse üstadı olarak takdim eden ve öyle de tanınan Atâyi de «Heft Mân» ında aynı tasavvufî masalı bir başka tarzda tekrarlar. Perişan bir âşıkın aklı başından gitmiştir. Bir viranede kendisinden g-eçmİştir bu zavallı. Dostları öğüt vermek için yanı* na oiderler. Akşamleyin Siyâhî, ay çıkınça Bedrî Molla, j',cceleyin Sebzî, sabahleyin, Suphî fecir atnrken Lâ’Iî, jrök gürleyip hava bulanınca Schâb! adlı dosinrı hikâyeler anlatırlar. Nihayet âşık kendisine gelir. Bir de bakar ki oturduğu virane, sevgilinin sarayına karşıymışk Sevgili de hali anlamıştır, kapıyı açar, za vallı iişıkı içeriye alır 1 A ynı şâirin «Nefhatül ezhâr» nidada yeni bir şey bulamazsınız. Bir hrıstiyan kızını sevip dininden d ö nen vc ölen âşıkla, kızıh sonradan müslümnn oluşu, Dehlevî’nİn Nizâmî'y» rüyada görüşü, her şeyde tan rı kudretini görmenin lüzumu, Anadoluhisarındn şa irin, Peygamberi rüyada görmesi, dedesinin Gülşenî ile görüşmesi, Sarı Saltık tekkesini soyan cşkiyanın perişan olması, meyhanede yatıp kalkan bir mcczu* Tl bım kerameti, Hâtcın'iii cöınertlifvi vc niliâyet k.ndına ve oğlana düşkünlük bahisleri ve bunlara ait, maalcsel olmuşa benzer hikâyeler, agfza alınmaz lallar. »Nelhatül ezhâr> m bu son kısmı, ancak manevî düş künlüğü gösterme bakımmdan pek deg;erlidir 1 Nevîzadc’nin «Sohbetül ebkâr » ında da Yezdcürd’e, Nu.^irvan’a, Hüsrev’e, Leysog;lu Ynkub’a, Timürlenj^'e ait tarihten alınma hikâyelpr var. Alimlere tavazuun lüzumundan, rüşvetin kötülüğünden... bah sediyor vc nihayet bir g^enci sarhoş edip berbat et tiklerini, Ferdî adlı bir adamın, âşık olduğu jrenç ta rafından öldürüldüğünü, sonra gfcncin de kederinden ölüp yanına gfömüldüğünü, mezarmm ziyarctgfâh ol duğunu, kendisinin de ziyaret ettiğini anlatıyor. Bu kitaptaki hikâyeleri, bu hikâyelerden birini şuracığa yazıversek darhal müstehcenlik davası yenilenir, hem bu sefer müstehcen değildir diyen bir kişi bile çık maz. «Sohbet-i bistü yeküm zen, âr-ı merdân oldu ğun bildirir » yani yirmi birinci konuşma, kadının, erkeğe ayıp ve âr olduğunu bildirir bahsi, bütün öbür bahisleri tamamlamada, hepsinin üstüne tüy dikmede dir 1 Bu zat, ftSâki-nâme» senin başında Anadpluhisarını, Göksuyu, Yuşa tepesini, Gümüş Selviyi, Alem* tlağını. Akbabayı övmede. Bunları duyan, hani di van edebiyatında İstanbul bile yoktu demesin 1 Bu sözlerimiz, V inci yazımızı tamamlıyacak. Bakın, Atayi, bog^azı ne g-üzel anlatıyor : 73 seherden hc.vnm fnizrl K i fcijz-î sabahı sabCıha bedel /iirînin B irîn in dcın-î şâm ı mahmurdur K i cennet gibî z illi memdûddur Bu ag^zı bırakalım da kendi dilimizce anlatalım ; Bog;a7/ı, Mısır’ın Halic’ine benzettiklen sonrn diyor ki ; «Anadoluhisan ile Rnmelihisnn *Vr iki kıyı.. Birinin sclıer ça^ı havası güzel; sabnlıı, sabahleyin içilen şaraba bedel. Birinin akşamı mahmur, cennel g^ibi gölgesi uzanıp gilmede. Biri Göksu umagının yanına çekilmiş, öbürü denizi ayağına akıtmış. O nun, Göksudan bir kılıcı var; bu, arkasını dağa dayamış, dağı siper edinmiş I » Ne güzel deg^ilmi? İşte Boğaz. O , bir anı bir anından güzel, sisli havalarda, berrak yahut kapalı ha valarda bambaşka görünen, o sabahı, akşamı, gündü zü, gecesi başka bir âlem olan ; mehtabına doyulmıyan, yıldızlı geceledne kanılmıyan ; üstünde hayatla pençe pençeye hayatını kazanmıya çalışan balıkçılara geçim yeri, balık avına çıkan kıranta miras yedilere bire g;lcncc yurdu olan; Kanlıca körfeziyle, brbek, ve Uvinye koylaviyle, Beykoz kıyıinviylc ayrı ayn güzel likler gösteren; Yunan efsanelerini besliyen, halk masallarına mevzu olan Bog^az, sade bu sözlerle an latılmada. Bari sefaleti görmemek için gözlerini ma ziden ayırmıyan, bugünkü kömür depolarını bile görraiyen ve yalnız duydug^u Boğaziçi mehtaplaıını ya zan, Çamlıca Alemlerini sayıklıyan hikayeci kadar 74 olsun devrini anlatabilseycli. Hayır, A lai’yc göre Bog'aziçi, Mısır'ın halicini andırmada. Bilinin sabahı sabahleyin içilen şarap, öbürünün akşamı ınalunur ve bu kadar,' Göksu da şöyle anlatılmada '• '«Alemin tavaf ettiğ^i, Mekke’de hacıların Merve’yle Sala arasında koştukları g^ibi cihanın gezip lozdugu, koşup eg:lendiği yer. Deresi, üç günlük yoldan ileride ne ol duğunu gören gök gözlü Arap karısı I Kıyısı, padi şahın yurdu. Sahiden de şaşılacak dcrecede pa<!işaha lâyık, gönüller çeken bir yer. Çayıılıklanna hamci, ynni koyun burcu bile imrenmede. Orası bir j’ ök, çi çekler <le yıldızları Lâle sofaları, yeşilliğe parıltılar saçmada, sanki denize yanar mumlar dikilmişi ■Alemdağını da nasıl anlatıyor, okuyalım : «-Alemdagı, pa dişahın yeşil bir otajı. Otağın üstündeki altın alem de ayla güneş. O, yeşil ptag^ın çevresini erenler al mış, orası bir dua harmanı olmuş. FeU ki allaşa /.iynet, mukaddes yerin eteği. Ustüıuleki kay nal; Mızu’ın abıhayatı, her derde şifa. Gece kuzgunu, bir yan vursa hani, seher çağının ak doğanı bile ona haset eder. Yüzü nurlu, fakat şaşılacak ne var bunda ? Her seher, güneş, yüzünü orada yıkamada I > Beğendinİ2 mi ? Ve sonra Sâki-nâme. Bu, belki ömründe ağzına şarap koymamış, fakat muhakkak olarak her vesile ile hikâyelerinde içkiyi yermiş olan kadı efendi sakiye getir şarabı demede. Şarabı, küpü, üzüm çotuğunu, kadehi, sürahiyi, pirimuganı, meyha neyi, sazları, gecc işretini, mumu, sabahı, rakıyı öv mede. Afyonu, esrarı, hatta kahveyi ve bunlara müptelâ olanları kınamada. Baharı, güzü, yai^ı, kışı, 75 g^önlü ve aşkı anlatmada. Sonlarında kendisini Över ken cCanlar veren şarabı, aahifede satırların doğru g^itınesi için iplerin izinden meydana gelen satır yer lerinden akıttık. İçen, ebedî bir neşe bulur. Bu şarap tan fey7. nlnn ârifc afiyetler olsun I » diyerek şarabı nın da ne hayalî, ne düzme bir şarap olduğunu söy lüyor ve uzunca bir dua ile sözünü kesiyor. Görülüyor ya, divan edebiyatındaki hikâyeler, bize ancak o edebiyatın manevi sefaletini ve o pek uzun süren devirlerin ahlâkî düşkünlüğünü göstere biliyor, işte bu kadar. Fakat biz, bu kadarını zaten yine pek basma kalıp yazılmış olan tarihlerden de öğrenmiyor muyuz? Romandan vaz geçtik, hikâyeden beklenen bu mudur? Bu edebiyatın kıt’nlarında da bulduğumuz şeyler aynı. Yalnız son devirlerde. Eşref ve bilhassa kabı-, ııa sığ.nmıynn bir zekâ olan Neyzen Tevfik ve rah“ nu'lli üstai l'crid Kam’ın kıt'alanıu idhal edemeyiz. Bunlar, aynı teknikle ve aynı dille söyle mekle beraber devirlerini apaçık görmüşler, ih riy i sezmişler, beşerî görgüye sahip olmuşlar, hayntlan ve ruhlarından ilhanı alınışlardır. Bunların kıt'alan, <lil b.ıkıınındnn eskise hile ruh bnkıınnıdan yeni knlacaktır, I lopİHipnanıe snlılbi Sabir^ıı şiirleri j» ibi. Hciki son devirlerde böyle bir kaç tane şair daha vardır. Y al nız Ney’/on 1'cvfik'le rahmetli I'crid K.'un, fıunlann en kuvvelİlleridir. Eskilerin kıt’alarına ^^cllnce : Küflü felsefe, mistik görüş, miskin tevekkül, bazı kimseleri kmanıa, sövme, bazılarını ve kendilerini öv- 76 mc, talihten şikâyet, kadere rıza ve arada bir geve lenmiş hikmetlerle meselâ padişahtan bir kürk, bir ih san, bir birşcy dilenine, işte bu kıt^alarm mevzuları. X Divan şairlerinde hususiyet var mıdır? Bilgi aynı, görgü nym, duygu aynı. Bütün divan şairleri, bir meyhanenin içinde. Şarapları bir, sakileri bir, kadehleri bir. Seyrettikleri aynı kâinat, gördük leri aynı yüz, işittikleri aynr söz. Bir nağmeden zevk alıyorlar, bir tondan ah ediyorlar, bir güzele aşıklar. Ayni «müdam» ile mest oluyorlar, aynı ' salnıh * ile mahmurluk söküyorlar, aynı meclisin sarhoîju bun lar. Altının saflığına inanıyorlar, gümüşün berraklığına kanıyorlar, civanın oynaklığiyle eğleniyorlar, lanle, yakuta vurgun bunlar, inciye, mücevhere meftun I Is* lanhul’da oturanları, Bedahşan'ı sayıklamada, Sâdâbâdda gezenleri, Aden diyarını hayfîl etmede! Şovenleri sövüyor, (ivonlcri övüyor. Söverlerse aynı çr.şil sö vüyorlar, överlerse aynı lar;;da övüyorlar. 1le[)sinin gözleri buğulu. Hayâl içinde yaşıyorlar, hicranla ömür sürüyorlar, visal için Ölüyotlar. Bu yokluk sarhoş ları, bu varlık ölüleri, bu hayâl adamları, bu hayran lar, 1x1 gününü gün eden, dünü, lınp <lünü yaşıyan, yarını düşünıniyenler.. . Bu, zamanlarını bile görıniyenler, bu halkı düşünmiye bile tenezzül etmiyenicr, bu, görseler bile gözlerini yumanlar... Bü aynı diii kullanan, aynı neşeyle taşan, aynı mecazlarla söz söyliyen adamlar... Bu şairler, bu divan şairleri. Umarmısınız artık bunlar, birbirlerinden farklı olsunlar, ay- 78 n gförüşlcri bulunsun, ayrı duyuşlar beslesinler ve her hususla ayrılık göstersinler de birini öbüründen ayırd edelim. Bunlar, aynı sahneye, aynı dekor içinde ve aynı şarabın sarhoşlug;iylc çıkan adamlardır. Yalnız yüz lerine ayn maske takar bunlar ve tanımıyanlar, tanıyamıyanlar deı 1er ki bu filândır, ondan önce çıkan da fermandı. Fakat onlar diyorlar ki *• A ğla ey gözlerim ağla; ne gelen var, ne giden / Divan şairlerinin de bariz karakterleri vardır, meş rep ve mezhep sahibidir bu adamlar. Fakat zavallılar, son zamanlarda divan edebiyatını sürükliyenlerden bir merhumun dediği gibidiiler : B irtr bedbaht esiriz cümlemiz âz â d şeklinde t Ne çare; bunlar, aynı dile, aynı görüşe, aynı se zişe, aynı duyuş ve anlayışa, hatla aynı heyecana ve mecazlar saltanatına esir olmuş zekâlardır. Evet, inkâra mecal y6k; çok zekîleri var vc esir zekâlar dır bunlar. Fakat dehalar mı ? Haşa... £g:er deha o l malardı bu esaret zincirini derhal kırarlardı, kıramamış lardır işte. Ve bu yüzden Hiı^an edebiyatında yalnız üslûp hususiyeti, yalnız anlatış tarzıdır ki yüksek şa iri, yüksek şairden ayırd eder. Kullandıkları kelime ler bile aynı olan şairler, yalnız anlatış larzlflriyle, bi raz karakterleri, mezhep vc meşrebleri, bir de asırlarca süren bu edebiyat içinde devir devir, yer yer beliren Ichce ve şiveleriyle ayrılabilirler. Yoksa hepsi «kerem, hançer, g-ül, hatem» redifli kasideler yazmıştır. Hepsi 79 birbirine eski dilce cevap, yeni dilce narirc dürmüş tür. Hepsi aynı mecazlarla aynı mazmunlar» kullannfiiştır. Necati, onbeşinci asırda O l ma/ı-t dil - fürûzn şehîlı olduğuyıçan Baktıkça mf/ır yüzüne gözüm dolâ gelür der. Onaltmcı asırd» Baki, mersiyesine meşhur yedi bentlik Hurşîde baksa gözleri halkın dolâ gelür Z ira görünce hâtıra ol m eh~ likâ gelür bcyitini sıkişlırıverİr I Necati, bir g-azelİnde Yüz bin belâsı v â r ola aşkın belâ budur K im her belâsının nice bin müptelâsı var demiştir. İki asır sonra Nedim^ nazireye şu beyitle başlar : aynı gazele yazdığı Her (urrastnda bin şiken-^î d il^rü b âs t var Her bir ^ikenc~i iurrada bin müptelâsı var Ve Galip yine naziresinde Hak zülf^i pür ~şikene ile sad - berk-i rût/ına Gör hâl-i chl-i derdi ki yüz bin cefâsı var der, Necati'den yüz Nesimi de küsur yıl önce şehit edilen Gerçek hadîs imiş bu ki hûbun vefâsı yok Kim srvdi hübı vu did i hûbun cefâsı yok demişti. Var diyen de aynı şeyi söylüyor, yok diyen del IScni ağlan beni kim üstüme gelmez Ölicek B ir avuç toprak atar bâd~ı sabâdan gayrı 80 beytiyle Fuzûli’nin N t yanar kimse bancı âteş-i dilden özge Ne açar kimse kapum bûd~ı sabâdan gayrı beyti, yahut yine aynı şairlerin Derd ile çdk-i gri hân eyleyen eller bu gün Rûz-ı mahşerde senin ser cümle dâm ânındadır Çekme dâmen nâz idüp üfiadelerden vchm k ıl Göklere âçılmasun eller ki dâm ânınddır beyitleriyle Nedim’in D ûr olur mu hiç. ey pîr-i mugan dâim senin JJûy'i sa/ıbâ-veş d il'î hun-kcşle dâm ânındadır beyti aynı fabrikanın malı, aynı kaynağın suyudur. İçlerinde daha ileri g-idenler de vardır. Meselâ Tanzimatçılarla çağdaş ve Namık Kemâle bir aralık şiir üstadı olan Osman Şems, Necati’nin Ayağı yer mi basar zülfüne ber-dâr olanın 'Levk-u şevk île verir cân~ü serî döne döne beytini bir şiirine aynen almış ve Necati’nin oldu ğunu söylcmiye lüzum bile görmemiştir. Hasılı l’u/Oli'le Bâki'yi, NcI’î ile Nedim’i, yahut «Bir ûlcm*i mâna> jiöylcdiği söylenen Naili’yi, benden duyulan Ncşati ile daha ne olduğu onlaşılmıyan Galib’i ancak şiveleri, lehçeleri ve birazda karakteıle* rinden doğan üslup hususiyetleriyle fark edebiliriz. Fuzûli, 81 Ben gedâ sen şâha kul olm ak yok am m â neyliyem Ârzû ser-geşie~î fikr-î m uhâl eyler beni yani, benim gibi bir yoksul, senin gibi bir padişaha kul bile olamaz. Ama nc yapayım ki istek, olımyacak şeylerle başı döndürmede der, melankolisini bil dirir; Nedim de Gerdişin gördükçe şâkî-î mûlâyîm-meşrebin  rzû ser-geşte-ı fikr-î m uhâl eyler beni yani mülâyim meşrepÜ, herşeyi hoş gören ve herşeye razı olacag;ı umulan sakinin sahna salma gezişini göl dükçe istek, olmıyacak şeylerle başımı döndür mede diyerek çapkınlığını anlatır. İşte bütün hususiyet buradadır ve divan şairinde ferdiyet, karakterin şive ve lehçenin meydana getirdiği, hatta nncnk yine bu teknik ve estetik içinde pek yüksek olan şairler de nasılsa meydana getirebildiği bir şeydir. Fikirde, görüş ve anlayışta hiç bir hususiyet yoktur. Bu ka dar sefildir işte bu edebiyat. [Jivnn lûlchiyatı : G IX Divan Edebiyatında Divan Edeb iy atı na isyan. Yunan vc İran âliınlcıi, dünyayı yedi iklime nyır■ıtşlar, bizim divan edebiyat» da bunu aynen kabul eder, eder amma bu yedi iklim içindeki ülkelerden yalnız bir ûlke tanır: Iran, divan şairleri, FirdevsîMen Senaî, Altar ve Mevlâna'yn, Nizamî, Selman vc Ha fızadan Hakanı, S aip,Ö rfî ve Şevketle kadar zaman Koman hep İran şiirinin vc şairlerinin tesiri altında dırlar. Bu teessür, onların g^örüşlcrine, duyuş ve an layışlarına, hatta üslûplarına kadar işlemiştir. Oslup* larına, vezin ve kafiyelerine kadar, evet. Hafız : Duş refttm 6e cfer-f meykede hâb-âlûde H ırka ter dâmcn^u scccâde şerâh-âlndr. Der, dcg;il m i? Nedim» ayni üslûbu, kafiye ile şöyle kopya eder : ayni vezin ve Tâ kemergâhına dek gamzesi hâb-âlûdc Tâ girıbânına dek çeşmi şerâb-âlâde Sairlerin içinde Şeyhî gibi Hafız'dan adetâ ter cümeler yapıp türkçe şiir yazan vc şair g^eçinenler, Nef'î g-ibi Mevlânâ'dan bol bol mazmun alanlar, Ga lip g-ibi Netice hizmot~ı Hünkâr-ı tşkdır Galin Libâs-i fakrim izt: tavr~t Şevketânernize... 83 Diyerek «Şevlcctinct bir tavır kullananlar vardır. D î van şairleri, teker teker birbirleıinin tesiri altında olmakla beraber toptan da İran şiirinin ve İran şair lerinin tesirine kapılmışlardır. Bu bakımdan bu ede biyat, Iran edebiyalmın biraz mahallileşmiş sönük bir kopyasıdır. Bu şairlerin hemen hepsi övünür ve kendisini İran şairlerinden yüksek ve iisliiıı j^örür. Nef'î gfibi kendisini Hukanî sayan, Nedim gibi ken disini cihan şairi snnnn üstadlar bile kasidede filânın tavrını, gazelde fişmanm edasını benimsemiştir. Bu edebiyat, kurulduğu asırdan ve ülkeden batıya doğ ru yayılmış, XIII üncü asırda Anadolu'da Og:uz lehçe•ile mahsûller vermiye başlamış, başlar başlamaz, do kuda olduğu g-lbi tŞehname* yi öınek almış ve Atta^^ Sermcşk edinmiş, Mesnevi'yi yngınaya başlnnuşhr. Malbuki tam bu çag;da, Anadoluda yaşan bir in tan şair var, İran’ın dev şairleri kadar büyük ve insan bir şair; Yunus. Katiyyen ümmî olmıyan, halâ onu Umnıî sannıı okur yuzar edebiyat hocalarının rag;mir.e zamanı nın bütün bilg^ilerine derin bir vukufu bulunan, halk j[airi olmadıjj;! halde halkın şairi olan, halktan ayrılınıyan, tâbiatten bahsederse oldug^u gibi bahseden, mr.ddî tışkı anlatırsa oldug-u gibi anlatan, dindarlığını şid detle, taassupla bildiren, şüphesini kudretle,samimiyetle itiraf ve ifade eden, ölüm korkuaile kıvranan, daha doğrusu ölümden sonraki âkibetin meçhul oluşundan ürken, bu suretle de hayata candan ve bütün vai lığiyie bağlılıkını gösteren, bazan öleceğine bile inanmıyan, 84 mistik bir ihBlnyU her şeyi kendisinde bulan, tanrı lısını apoçık söyiiyen, beşerî zaafını £^öıdükçe yanan, ahlayıp sızıldıyan, tasavvufu miskince kabul etmeyip onu İçtimaî bir nizam şekline sokan vo meselâ: Duruş, kazariy ye, yedir, bir gönül ele getir. Bin Kabe'den yeğrekiir bif gönül imâreii diyen, kulken tanrı olup artık kulluca tenezzül etmiyen, şeriatın ibadetlerini mühümsemiyen, duyduju derin aşka karşı cenneti bile hiçe Sayan, büyük bir müsamaha ile bütün dinleri, bütün mezhepleıi bir lîören ve hepsinden de hür olan, hatta nihayet yan» yana ulaştıg;! şeyin bile kendisini doyurmadıg^ını açık ça söyleyen bu in^an şair, bütün halkı ve sofileri tesin nhına alm ıştı.[o da bazan aruzla yazmış^ lakat aruzdap ziyade heceyi, halk veznini kullanmıştıv İkiraf etmek lâzımdır, ki aruzlannda, çağdaşları ^kadar muvaffak olmakla beraber hecelerine nispetle sami~ milig^inden kaybetmektedir. O, halktan ve hilkattan alrlıg^ı ilhamı halka ve hilkate halkın dilile ve duy> dug:u dille söyleyip duyurmayı tercih etmişti. Yaşa dığı müddetçe kendi kendisini imal eden Yunus, ya şadığı asırdan itibaren Aşık Paşa*ya, Sajt Emre’ye, dig^er Yunuslara, Âşık adlı bir dig;er şaire, Hacı Bayram'â, Eşref og:lu, Kay.fusuz Abdal, NiZam o jlu gibi ta onyedinci aşıra kadar süregelen sofi şairlere tesir eLınişti ve bütün bu şairlerde heceyle aruzu kaynaş mış g^örmekteyiz. Bunlar, hecede Yunus tarzını benîmteınişler ve şüphe yok ki daha muvaffak olmuşlar dır. Divan şairlerinden tasavvufu, kendilerine meslek 85 ve imam edinenler de arada bir heceyle şiirler söylü yorlar ki bu da yine ancak Yunus’un tesirinden mey dana gelen birşey. Meselâ onaltıncı asır sofi şairle rinden Usulî, kendisinden sonra g^elen halk şairi Knracaoğlan'm bir şiirine belki de örnek olan şu güzel şiiri yazabiliyorî Yarenler ecel gelmeden gözümüz toprak dolmadan Felek bizden öc alm adan hele bir demdir sürelim Doğünüp hasret yaşile bağrımız dolu baş ile A h İh kanlı yaş ile hele bîrdemdir sürelim K ara toprak döşenmeden ten kafesi uşanmadan N e f i s kuşa boşanntadan hele bir demdir sürelim Dünya kimseye mi kalır başa hod yazılan gelir O /e.ç'/ıı A lla h bilir hele hir demdir sürelim B ir acayip devran ancak cümle âlem hayran ancak Bu da bir hoş seyran ancak hele bir demdir sürelim UsûU terkelti varın komadı ah ile zarın Kim bilir nicolıır yarın hele bir demdir sürelim Fnkal bir de nsıl divan şairleri var. Onlar, şnlafnta kapılmış zavallılardır. Onlar, Yunus’a ehemmiyet bile vermezler. Bu adomlarm düşünüşlerini gösterdi kti için şu vak^ayj kaydediverdim î Onaltmcı nsır başlarında V thidî îidlı bir şair, zamanmdaki tarikat ları anlatan ve yer yer manzum parçalan da olan mensur bir kitnp yazar : Menûkıb-ı Hace*i cihan ve , Netîce-i can. Kitap, laiiiamiyle sade ve açık bir türkçeyle yazılmamıştır. Fakat znmpn geçtikçe dil »gc'a- 86 laşıyor vc ohycdinci asır münşilerinden Karnçclebi 7>aclc Abd.'İH7.i/., hu kitabı peU sade türkçe ve ftvam dilinde buluyor. Birbirine ulanmi-i.; terkipler, sntirlorca süren cümlelerle yeni b& tıın yazıyor, ön sözünde d« utann»;ıd.!n \ -e Vshidî ile kitabının ad'nı bile anmadan •Bir doi.lumda \julunan ve bayajjı bir dille yazılmıç ohm l»'.r kitabı şu hale getirdim» diyor. İşte meşhur ^*ûrİ!lhüdâ limenihtedâ» bu dii 2 me, bu çırpma ki* taptır. Ondükuzuncu asır başlarında Siinbülzade’nin Yurıus’u nasıl bayaj^ı gördüg^ü dc malûmdur. Onbeşinci asırda Alışır Nevayı, Türkçenin Fars ça’dan daha geniş ve zengin olduğuna dair bir kilap yazar, fakat şiirlerinde Icrkipli, ağdalı bir dille İran şiirini taklit eder, İran şairlerinin tesirine kapılır, lirik veznine aldırış bile etmez, mecazlar saltanatına mis* kincc boyun eğer; Fuzuli de onun yolunda gider. I3w suretle dog-uda Nevai ve Fuzûli, batıda iŞtıyhi vc Ne cati ile başlıyan Vıu kopya edebiyat, ıısırlarcn nıılar aulfiuuız, tek bir zümrenin uydurma görüşünü, yalancı duyuşunu yapmacık bir dille ve yine ayni tek ve azlık zümreye tekrarlar durur ! Hastadır bu adamlar, hepsi şatcfnt hastası. Hum malı bir hastanın hezeyanları arasında doğru ve j/^üzcl sözde bulunabilir. Bunlarda zaman zaman doğru v« bir söz söylüyorlar. Edirneli Nazmi isminde pek (luyv|usuz bir şairle Tatavlalı Mahremi adlı ne idüğû belirsiz bir diğeri, Arapça ve Farsça kelime ve ter kip kullanmadan, fakat aruzla şiir yazmayı deniyorlar. Bu tarza derhal «Türkü basit» adı veriliyor, beğe nilmiyor. Maamnfih bunun izini tâ G alip’ie buluyoruz. 87 Onaltmcı asırdan onsekizinci asra bir atlayış, yahut aynı ihtiyaçla aynı şeyi buluş. Galiba bu ikinci ihtimal dahn doğanı. Nabi, j^nzcIİn lûgnt kitabı olmadığını, şiirde herkesin bilmediği kelimelerin kullanılmamasını söyler. G n lip de «Mii.snü Aşk» ındn nynı fikirde. Manzûme-i Fârisî-vpş ebyât Bilcümle tetâbıı-ı izâfât Yani «Farsça şiir gibi beyitler, Tamamlyle birbirine ulanmış izafet terkipleri» diye bu çeşit şiiri beğen miyor, nmu yukarıdaki dille; bir beyitle bîr lek türkçe kelime bulunmıyan < Fârisî-veş> beyitle 1 Ga* lip, bu şevketane tavır kullanan şair, yine ayni kita bında, FuzûliMen ilham alarak, biraz da Mesnevi'den çalarak yazdığı «Hüsnü Aşk» ında Tarz-ı selefe iekaddüm ettim Bir başka lügat tekellüm ettim yani, geçmişlerin tarzını geçtim ve ben, bir bafka dil kullandım diyor, hatta Gördün mü bu vâdi~î nevîni D ivan yolu sanma bu zemini yani, bu yepyeni vadiyi gördün mü ? Bu yeri Divan yolu sanma, beytiyle Divan yolundan ayrıldığını sanıyor. Fakat «Divan yolu> sözünde dc yine bir îham yaparak divan yolunda gitmediğini (!) divan yoluyle anlatmış oluyor. Nedim, nasılsa ve belki dc başkalık olsun diye heceyle bir şiir yazıyor, ondokuzuncu asırda da bazan heceyle söyliyenler türüyo.r 88 Görülüyor ki divan edebiyatında, divan edebiya tına İcarşı için için vc içten içe bir iiyan yolt değil, var, fakat bu isyanda şuur yok. Olsaydı heceyi deniyenler, heceyle divan şiiri yazarlar, aynı klişeleri bir de bu kalıba tatbik ederlermiydi ? Şinasi, sırf tUrk' çe olarak yazdığı beyitin «Lisân-ı avam» üzere olduğu nu kaydedermiydi ? Bu birkaç Örneğ;i alarak hamlenin enerjisini o uzak maziye götürmeye imkân varmıdır dersiniz ? XII Nesir ve Divan Edebiyatı Divan edebiyatında «Bahri tavîl» derler, bir tuhaflıg^ın .tuhaflıg-j vardır. Bu edebiyatı bilen, seven ve hatta bir de basılmamış divaniyle basılmış divançesi bulunan birisi bile, buna «Vezinle sayıklama* demişti. Lâf olsun diye şairler, bu bahirden de çok dela dört mısrnlık bir şiir yararlar. Meselâ Galip, bu bahre şöyle başlar; *Eıj gülisiân-ı letâjetle hezâr işve vû nâz ile yetişmiş gû7-r ra n â sana gûyâ ki edüp mü$ki sehab'U mey-i gûİgûn-u giilâbt dah i bârân edüp enfâs-ı Mesıhâ*yı nesim eyleyüp envâ^-ı nezâketle tarâvetlc verüp perveriş etmişler o ruhsâreyi yüz rcng-i behârârn ile bin gancc'i handanı muattar h h p elhak..> Boyuna gidiyor. Feilâtün feilâtün feilâlün (eilâtün fci lâliin feilâtün.... Tam bir mısrada yelmiş dört tane feilâtün 1 İşle divan edebiyatının nesiıi, kafiyeli, yani secil’i ve fakat vezinsiz bahri tavîlden ibarettir. Vcysi, birisine yazdıg^ı mektuba şöyle başlar;. <Mndâm ki şcmorîh-i gıısûn ı eşcâr, mahall~i hûrâz-ı küleh-gûşe-i ezhar T/e vukû-ı iıycân-i mirvârîdrîz 'i behâr, sebeh-i znhûrH rüûs-i esmâr ola ve sabbâg'i bâg, a n ıây im t şâhidân^ı d e s iâzib i esmâr t elvân-t dil-firib ile müzeyyen kıla, hazret-i mâlik- 90 ül miilk-i alel ıtlâk celle ccIâliihu dergâhına zemzemc-i cân'i nâ-iıivan peyv 'siedir bu Itrenniim U t ki.... > Nc diyor ki, anladınız m ı? Diyoı ki: Agaç dallnrının budaklarında çiçeklerin külâh uçlun çıktıkça; incilcr döken bahar taçlarının düşmesi, meyvalann baş larının çıkmasına sebep oldukça; bağ boyacı.vı bezenmiş güzelim meyve mahbuplarının sarıklarını, gönüUcr ftihn boyalarla süsledikçe kayidsız, şarisız mülk ve aıvltanatn sahip olan uluLr ulusu lamı lapısına kudret siz can bülbülünün nağmeleri, bu ırlamayla ulaşma dadır ki yani, «Bahar rüzgarları esip çiyler düş tükçe, yağmurlar yağdıkça, bu yüzden de çiçekler açılıp bahçeler bezendikçe, meyvalar oldukça > ve sonu şu; «Tanrı seni şundan bundan korusun! » işte mektuba böyle başlanır divan nesrinde I Yine Veysî, < Herifler hasetçi, hakkımızda kötü söylüyorlar, faziletimizi çekemiyorlar» diyecek yer de «0 / hasedcden hir bölük hasede^ zâtım ıza lâzım-ı gayr-i m üfârık olan ni\’jıet^i jazîli-t zsvâlâtın te menni edüp mahz-ı daraban-t ırk-ı hasetten hakkı mızda her bed-gûy ‘ /an âciz-i oyb^gûy, kâr-bend~i m aksâd olur kuyâs etmekle d âim â bad-peymâ-yı sahrâ-yı m uhâlât olurlar! » Nerkiaiznde, hamsesinde mahbubu İstanbul'a gi den bir âşıkın, onu geçirme bahanesiyle ta İstanbul» gelip şehirdeki şaşılacak şeyleri görmeden dönüşünü hikâye eder ve hikâyesine şöyle başlar : 91 <El*an ^iilgeşt-i pehn~deşt~i hayât i h nnznn'h-r rnn;dnn~ı mühahût olon y a rd n - t salıih-ul-keli'nût rivayeti ile hoccet~i si/ıhııt-i vukuu nnık(tyyrd-i sicill-ı isbât olmuştur ki bîlâd-ı Rûm 'un birinde Â'adî-zâdelikle şöhret-yâfte bir mahdûm-t sâbib-cemâlin biisn-î bâ-kemâline baz-ı âşiifte-dilân âvâreç^ân âşık-ı zâr mejtûn-Cı bî-knrâr olup münâsrbel-i ialeb-i ilm-ii müzâkere ile ekserdi ezminede mdtâlaa-i taVatından br-Iıre-mcnd olmuşlar idi* Ynnİ (iiyor ki: 1İnlâ ucu bucağı olın«y<ın lınynt gül hahçcsini g^exmckte ve övünme meydanında nazlanarak salm m ada olan sözleri tiogru dostların rivayetleriyle doğruluk hocccti, ispat sicilline kaydedilmiştir ki Anadolu şc* lıirlcrinden birinde bir katlu/ııı pek güzel bir oğlu vardı. Bu güzel oğlanın nokftnn.ıı?; gü^celliğino ban jfÖnlü perişan avareler ağlayıp inliyccck <lcrecede meftun ve kararsız bir halde âşık olup bilyi öğren me vc mü/.nkcrcdc bıilunmo balmnesiyle çok jmıunn unun yüzünü mütalâadan hisse alırlardı», yani bn hikâyeyi doğru sözlülerden duydum, onlar da h âli sağdır. Anadolu'da bir kadın^n pek güzel bir oğlu varmış. Bazı kimseler bu çocuğa vurulmuş. Tahsil ediyoruz diye yanına giderler, yüzünü ^Öıürlcrmij. işte anlaUığı bu münasebetsiz şey ve divan edebiya tında hikâye mevzuu budur vc böyle anlatılır hikâye! Koçu Bey’in sade cümlelerle yazdığı lâyihası, sonradan ancak bu yüzden şöhret bulmtıçlur, ba^ka yüzden değil. Kâni, divan nesriyle lâlife yapıyor > 92 *01 tarafta ne kadar clellâl, ham m âl, bakkal^ dellâk, allâk , mellâh, fe llâ h , sellâh, nemmâm, zemmam, mudrd\ mugzıb, mu/t m il, müfsid, m ülhid, kehhan, remmâl, nahham, haccam, alcı, falcı gözaçıct, kül saçıci, aynacı, yaymacı, hokkal az, taklabaz, hile baz, sîşebaz, nerbaz....* Böyle gidiyor ve bunların' hepisinc selâm yolluyor, sonunda da yine o acayip dille «Bu ayrı bir yol, sırrını sonra anlarsın» diyor. Güldiyseniz lâtileye değil, acayipliğe güldünüz mu hakkak. Aynı nesircinin haşa ait tâbirlerle dolu ya zısı ve pamuk kedi câriyeleıi ağzından yazdığı «Hirre-nâme» si de' meşhurdur, hep kedilere ait sözlerle yazılmış bir sanat numunesi I Tnrzimalln eskiler ye nilenirken Namık Kemâl bile buna benzer bir şey yazmış da gûya hiciv yapmış, yahut lâtife elmiş! Bu nesir, Tanzimatçılar tarafından da yürütülmüş tür, yalnız zaman bakımından oldukça sadeleşerek. Meselâ Reşit Paşa «Encümen-i danışa de okunan nut kunda «Halkın bu gördüğümüz refah ve intizamı münevverlerle bayağı hitlkuı hoş geçinmesi, hep hünerle, bilgiyle meydana gelmemiş ınicüı? G ör düğümüz bunca güzel işlerle sağ esen yaşayış, ibret le bakılacak, gerçeği anlı yan dikkat terazisiyle tar tılacak olursa hep bu yüzden değil midir, başka bir ıcbebi var mıdır bunun?» gibi esasen acayip benze tişlerle süslenmiş garip bir fikri, yani «huzur, refah, düzen, iyi iş ve güzel yaşayış, nihayet münevverle aşağı tabakanın hoş geçinmesi, hep bilgiyledir» fikri ni daha tuhaf ve daha âcayip olarak şöyle söylüyor^ 93 ^Bu gördüğümüz sâmân~üniızâm~t ahvâl-i enâm xte hâsn-i maâşeret-i havvas^tı avâm , hep hıiner-ü maa r if etle husule gelmiş bir eser değil m idir ve meş hudumuz olan bunca mehâsin-i umur ve sûrei-i âsrîyiş-û huzurun nazar~ı im*an ile baktlup mızân-ı dikkat-şınâsîye uruldukta dânîş-û m aâriften başka bir sebebi varım dır?* Şinasi dc «Medeniyetin esas yapısı, halkın birbi rine yardımıdır. Şu halde ferdlerin geçimlerini te* ininden âciz kalmamalarına himmet etmek, cemiyetin birinci vazifelerindendİr» sözünü *Afebnâ-yi temeddün, mâdde-i teâvün olmasiyle efrâdın kifâf-t nefs tedârükünden âciz kalm am asına himmet etmekt hey*~ et“i ictinıâiyyenin birinci vezâifindendir^ tarzında söylüyor. Reşid Paşa’daki intizâm, enâm, avâm; hüner, eser; umur, huzur; im'ân, mizan secileriyle Şinasi'dedeki temeddün, taâvün secilerine ve cümle teşek külüne bakın* Urulunca deg;il urulduktn, olduğundan dfg:il olmasiyle I Bunların birincisi bir nutuktur, İkin cisiyse bir makale, gazete makalesi. Ziya Paşa'da «Şiir ve inşa* makalesinde bir yan dan Necati, Bâki, N e fî gibi şairleri osmanlı şairi saymaz, halk şairlerine özenirken Öbür yandan eskileri takdir eder, yenileri hoş görmez, yazılarını manasız bulur. Hangi yemler ? Kendisi ve arkadaşları mı ? Kemal bile Londra'yı kendi gözlükleriyle görür ve «Nehir altında muntazam çarşıları, hava yüzünde mükemmel köprüleri var> derken birdenbire «Ayîneserây namında bir mesireleri mevcuttur, uzaktan ba kılırsa in'itâf'i şuMeden hevâyî mâî hasıl olan bir ze 94 min Qxcrinde ccvvâl olan Alâim"! semâ pnrçnlnn nnzur*ı hayâl önüne bir nıüceff kûh*ı elmas gclirir» der. Hal'ıt Ziya Uşaklıg^ıl’in «Bârân-ı dürr-ü clmâs> ) bundan farkh m ı? Ve hepsi de inşa bakmıındnn asır larca sürüp g^elen bir nesir deg:ilmi? <lnsan, tanrı verjjisi olarak yaratılıştan hürdür. Bu sebeple şu tanrı vergisinden faydalunnıag^a mecburdur> demek için < ln san k i kudretten hürriyetle meftûrdur, bil‘ tabi o atâ^yı İlâhîden istifadeye mecburdur* diyen Kemal'in 511 sözüne ve sözündeki meftur, mecbur, kudret, hürriyet secileriyle Farsça inşasiyle Türkçe cümle kuruşuna vs bilhassa hürriyetle mecbur tezadma dikkat edersek bu tanrı vergisinin ne kadar külfetli ve tezatlarla dolu olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz. Hasılı divan nesri, konulma diliyle deg;ildir. Bu nesirde dıştan Haciyvat Çelebi’nin mustalah sözlerini, içten halkın alayını duymadayız. Kestirme söz şu : Şiirine nispetle divan edebiyatının nesri yoktur. Halk nesrini, Dede Korkut hikâyeleriyle Evliva ÇelebiMe YC halk sofilerinin resimleriyle mektuplarında gördük ten ve şiirini dc saz şairlerinde duyduktan 5onr» flözün daha kestirmesini söyliyecejiz î Divan edebi yatının dili yoktur I XUI Türkçe ve Divan Edebiyatı Dikkat edilmiştir, yazılarımızda verdiğimiz örnek lerin çojunu nesirle ve bug^ünkü konuşma dilimizle verdik, asıUarmı yazılardan sonra svraladvk. O çetre fil beyitleri yazıp g^eçseydik eminiz ki bug^unün nes li, hiç, ama hiç bırşey anlamazdı. Yine eminiz ki yazılarımızı okuyanların çoğu, verdiğimiz örneklerin aailiarına ancak bakıp jreçmişlerdir. Okuyup anlıyamazlar da ondan denmesin, bunları okumak, okumaya çalışma, ög;renınek vc bilmr k zaten lüzumsuzdur. Her dil deg-işir, Türkçe de deg-işmiştir. Yunus, Daşdan yine deli göğal sular gibi çoğlar mısın Akdun yine kanla yaşam yollarım ı bağlar mısın der. Bu dil, zamanla değişmiş, bug-ün Taştın yine deli gönül sular gibi çağlar mısın A k lın yine kanlı yaşım yollarım ı bağlar mısın haline gelmiştir. Yani asıl değişmemiştir, konuşma tarzı değişmiştir. Dünkü «jfönğül*, bugün cgönül» olmuştur. Dünkü «geldünı, oldı, bizüm* bugün «gel dim, oldum, bizim» diye söylenmektedir. Keleci, aayru, esrimek, knyıkmak, gibi bazı Türkçe kelime ler de unutuhnuştur; bugün bunlanıı yerine kelime, söz, hasta, sarhoş olmıd:, aldırış etmek vc koygilımmnk kelimelerini kullanıyoruz. «Benven, alısar, gelüben. 96 gfidcvüz* g^ibi bazj aigalar da bugün «benim, olacak* tjr, gelerek, gideceğiz ve gidiyoruz> diye kullanılı yor. Hatta dile giren yabancı kelimelerin bir kısmı, halkın ve köylünün konuşmasına kadar yapdroiş, lıalk ve köylü tarafından deg^iştirilmiştir. Hasılı Türkçe de her dil gibi bir oluş geçirmiştir ve geçirecektir dc. Bu, Türkçcnin yaşayışına ve hayatiyetine deUlct eder. O da, kendi bünyesi dahilinde zamanla deS^işmektedir. Biz, Türkçe olmak şartiyle dünün, evvelki günün, daha evvelki günün dilini anlarız. Anlıyamadığımıı unutulmuş kelimelerle zamanla degfişen sığaları da küçük bir lügat ve izah, bize derhal anlatır. ' Divan edebiyatının dili böyle değildir. Bu edebiyatm dili, Arapça ve Farsça kelime ve kaidelerle Türkçenin kaynaşmasından meydana gelmiştir. Bu dili anlamak için Arapça ve Farsça bilmek zaruridir, fakat kâfi değildir. Konuşma Türkçesini gayet iyi bilen ve bu iki dile de hakkıla vakıf olan birisi bile divan edebiyatının dilini adam akıllı anlıyamaz. Ç ün kü bu dil, Arapça da değildir, Farsça da değildir, ayrı bir dildir. Arapça ve Farsça bilen bile bu dili anlıyamazsa artık halk, nasıl anlar? Divan şairi bir şey anlatmaz, şerhedcr. Anlamaz fehim veya derk eyler. Bu adamlar, herhangi bir kokuyu koklamazlar, ya şemmederler, ya istişmam. Bakmazlar, nigâh veya nazar ederler. Gûşetmek, bunların dilinde işit mek ve duymaktır. Bunlara birşey görünmez, büyü, yahut bedidâr olur; • birşey meydana çıkmaz, zuhur eder, yahut aşikâr olur, ö y le beyitleri vardır bu edebiyatın ki içinde yalnız dır, yahut olur gibi bir tek 97 Turkçe'soz bulunur, öyle beyitleri vardır ki d da bu lanmaz, bütün kelimeler, Arapça ve Farsçadır, fakat beyit ne Arapçadır, ne de Farsça I ö y le beyitleri vardır ki hâlâ halledilmemiştir, tevcih ve tevil edilir, öyle beyitler vardır ki tevcih ve tevili de başka bir tevcihe, başka bir tevile muhtaçtır I Divan dilinin inşası böyledir. Kelimelerine gelin ce ; Mecazlar saltanatının kapı kullarıdır bunlar. Bu saltanat, ancak kelimelerle korunur. Şairler, yazdıkları beyitlerin Türkçe söylenirse pek acayip, hatta gülünç olacakını anlamışlarmıdır, nedir ? Hep Arapça vc bilhassa Farsça kelimeler kullanırlar. Bu kelimelerle terkip yapar, bu terkiplerle bir ahenk meydana geti rirler. Bu edebiyatın joülbülü bazan andelip, çok defa bin manâsına da gelen hezardır. Bu edebiyatta yüz ve göl üşme didardır, koçmak kinara çekmektir. Sevgili diİrüba, dilber, nigâr, yar vc dildardır; darıl mak, azarlamak, eziyet etmek itab veya âzâr. Bu dilde buluşma visâl. ve vuslattır, ayrılma hicran vc firkat. Gök azmandır, yer zemin. Güneş de nirse bayalı olur, fakat aftap, hurşit, şems, hatta yuh, yerinde sözlerdir. Deniz, ya ummandır ya bahir ya derya. Coşkunluk cuş ve huruştur, sarhoş mest, mesti evkâr. Ag^layış gİryedır, naledir, ag^lıyan âşık, aşıkızar. Gonca, serv, nerkis, sünbül, çenar (çınar değ^ii), sanevber, narven, ergavan, nihai, har, gülşen, gül, lâle, çemen (bu da çimen deg^il). Leb, laal, kod, kamet, kıyamet, çeşm, dide, zülf, giysu, perçem, ham, şikenç, çin, dest, dâmen, sîne, dil, 8ak, şiirin, gabgap, gamze, müjgân, ebru, nâf, engUşt, nâhun, pay. ÂsDivan Edebiyatı ; 7 98 rain, milır, mch vc mâh, hurşid, bcdr, hilâl, aftnp', enc ü a , derya, kenar, ııtjrap, mtvç, gavta, mevce, katre, rcşha, lüccc, sahil, bârân, bcrf, bâd, sabâ, şimal, ncfha, peyk, hızane, hazine, genç, künç, mâr, nakt, sim, zer, yakut, elmas, firuze, dür, lüMü’, diirrüyelim, ;;Bhdane, ışk, ülfet, üns, vuslat, visiil, firkat, hicran, girye, hande, rumâl, hâkvpay, pabus, rakıyp, renk, hi le, âl, tegafül, yâlübâl, hıram, hûnî, zâlim, knatil. g-addar, hunriz, sınan, nite, hançer, seyf, şemşir, tıyg, tîr, keman, kavs, navek, hedef. Ve nihayet pırimugan, harabat, kadeh, sâgar, piyâle, mey, mahbup, mug^beçe, tâki, mestiharab, kaza ve kader, takdir, hükmü ezelî, tecelli, talih, baht, hâb, merk. İşle divan edebiyatmın kelimelerinden belli başlı örnekler. Bunlardan mutlaka üçü beşi, ikili üçlü ter kipler halinde divan edebiyatmın her şiirinde geçer vc arada bir de *olur, bulur, gelir, gider, dır> gibi serpiştirme ve eklenti Türkçe kelimeler. Bu dilde hâcc gibi hem hoca, hem tacir vc be zirgan, cenâp gibi hem eşik^ hem hazret, çîn gibi hem Çin ülkesi, hem kıvrım, tâb gibi hem ziya, hem parlakhk, hem kudret, hem ızlırap mânalarına gelen kelimelerle de hayli oyuncaklar yapıhr. Farsça vc Arapça kelimenin son harfi *'n„ harfinden başka bir harf oldu ve kendisinden sonra eklenecek bir türkçc kelime de bulunmadı mı derhal çekilerek okunur. Maamafih şairler, sonu ‘^n,, harfi olan yabancı kelime lerde de bazan bu çekişi yaparlar, vezne sokmak için : 99 Edrene fchrîm i bû y â cennct-î m c v â midir yahut : A ğzını göreli varlığım oldu güman oıuralaııııda olduğu gibi Türkçe kelimeleri de çeker, uzatırlar. Bu imâlelerin hakkı, tamamiyle verilerek okundumu bu dil, tam Haciyvat Çelebi’nin dili olur. Bu acayip dili, ilk olarak hatırımda kaldığına göre Falih Rıfkı, {fiizel bir yazısında, Haciyvad'm fiiline benzetmişti. •O vakitten beri meselâ: Ey pây-bend-'i dâmgeh-î kayd-t nâm^u neng Tâ key hevâ-yi meşgate-î dehr-i bî-direng y a h u t: Bû şehr-i S îianbûl ki bî-misl^ii behâdtr B ir sengine yekpare Acem m ülkü fedadır y ah u t’d a : Bigâne^mcşrebâ bize tâ key icgâfülün Ey nahl-i nâz yok mu bu y â n â lemâyülün gibi her hangi bir divan beytini okudum mu bunu hatırlarım. Derhal kulaklarıma Haciyvad'm «Hay Hnk> «esiyle mustallah ibareleri ve Falih Rıfkı'nın tam ye-, rinde olarak halk zekâsının alaycı mümessili saydıg'i Karagöz'ün nükteleri gelir. Bilmem şüpheye mahal var mıdır? Bu acayip dil, kelimeleri ve kuruluşiyle artık ölmüş, çürümüş git* miştir, müstehassası bile kalmamıştır. N o t; Bu yazıda geçen lûgatlan hiçbir lüzum yok. yazınıya, beyitleri aolatınıya X IV Divan Edebiyatı ölü bilgilere dayanır. Arnplar, ynyılmn sınırlarmı gcnî^lcUikçc Rotna Yunan, Iran -Hint medeniyetlerinin ve bu medeniyet ler vasıtasiyle diğer eski medeniyetlerin tesirine ka pılmışlar, eski Yunan kitapları Arapçaya çevrilmiş, in celenmiş, şerhedilmiş, dinde siyasî ve aklî mezhepler, düşünccdc felsefî meslekler nıcy<lıın:ı gclıuiye başlannı^ı Yunan felsefesine dayanan bir din felsefesi. Kelâm kurulmuş, Hind vc Yunan felsefesi, müslümanUşarak Hükema mesleğini doğurmuştu. İslâm medeniyeti, dü şünce sisteminden edebiyat ve mûsikisine kadar eskİ medeniyetlerin mirasına konmuş bir ümmet medeni yetiydi. liütün manâsiyle bir çÖl ve göçebe edebiyatı olan ve bu hayatı, realiteye tamamİyle uy^un bir su rette yaşalan Cahiliyye devri, bu medenî taazzi ne ticesinde kapanmış, Arap olmıyanlann yardımiyle ku rulan Abbasoğullan devrinde ve bu sıralarda kuru lan İslâm hükümetleri zamanında İran dili, edebî bir dil olmıya başlamıştı. Nihayet Iran edebiyatında Firdcvsî, «Şehnûmo siyle Yunan felsefesi sistemine da yanarak İran destanını yenilemiş, kendisinden sonra jî^eleu bütün şairlere tükenmez bir hazine bırakmıştı. Bünye bakımından İran diline tamamiyle uyan ve Araplardaki düşüklüklerden, düzensizliklerden lomamiyle aV-ınan aruz, artık bir Arap vezni değildi. Bu 101 vezinle vc İran diliyle meydana gelen edebiyat da ruh bakımından İranı bir edebiyat olmuştu. Netekim mûalümanlık da artık. Arap müslümanlı^ı olmaktan büsbütün çıkmıştı. Unsuri, Ferruhi, Enverî ve Nizami, kasidede, hamsede birer kudret olmuşlar, Sadi, hikemiyat vadisinde teferrüt etmiş, Senaî^ve Attar, niha yet Mevlâna, bilhas&a halka, halk hikâyelerine, halk düşünüşüne, halk duyuşuna vc halk görüşüne daya narak halkın anlıyacnğı bir mantıkla sofî inanışın şiirini meydana getirmişler, sonuncusu, tasavvuf ede biyatında hnklı olarak bir Kur'an talâkki edilen ve Şehname gibi bütün şairlere bir ilham kaynağı kesi len “ Mesnevi,, iini yazmış, Hayyam septik bir ru bai üstndı olmuş,»Hafız reel bir görüşle rindâne gazel lerini ibdâ^ etmişti. İşte Türk divan edebiyatı, böyle (bir çng:da vc doğrudan doğruya önce Şehnâme’nin, 'sonra Mesnevi nin ve nihayet bütün bu şairlerin tesi riyle belirdi. İran edebiyatının bu ilk klâsik devrinden, sonra Cami'yle başlıyan ikinci devir şairleri de teker tekcr^ divan şairlerine üsl6d oldular. İran edebiyalı. nın bu ikinci devresindeki şairler, birinci devreye nispetle sönüktür. Bir Firdevsî, bir Hayyâm, bir A t tar, bir Mevlâna yoktur ki artık. Bu dev şairler, va zifelerini yapmışlar ve tamamlamışlardır.|Sonrakilere, bunların yolunda yürümekten başka bir şey kalma mıştır. Bu da aynı görüşün, aynı düşüncenin, aynı inanışın, aynı sözlerle ve aynı teknikle tekrarını icap ettirmiştir. Vakit vakit Kelim gibi bediî, yahut Muh teşem gibi dinî yükselişler yok değildir, fakat bu ikinci devre sairleri, ancak Hint'ten feviz almak sure* 102 tiyle jn.İ3bî,.,hir.,jycnilik yapabilmişlerdir ki bu da sırf Iran İçin bir kazançtır. Fakat çu nisbî veiiilikie bu şairler, ilk devre şairleri gibi bütün dünyanın malı olamav^lard». Sebep, meydandadır. Çünkü şark, her şeyden önCe din ve bu münasebetle dil bakımından j^arba karşt fikir kapılarını kapamış, fakat jfaıp malInnnn sınırlarını açarak j^arbın bir alışveriş pazarı olmuştu. Bize ^relince *• Istanbulu aldık, Fakat Fatih, yal* nız madalyada bir Roma arabasına bindi, başına o madalyada bir güneş doğdu ve yalnız o madalyada Kayzer kesildi; fakat Rönesans Avrupa’da başladı. K a nuni devrinde bir lütuf olarak verilen ve sonra başr ınızu bir musibet olan kapitülâsyonlar, ülkeyi açık bir pnzar haline soktu. Gün g-eçtİkçe tezg^âh sÖndü, fab rika kurulmadı. Şarktan gelen skolâstik düşünce es kidi, küflendi. AvrupaMa hayat şartlarından dog:an müsbet »düşünce ilerlerken biz, Avrupa’yı hâlâ bir darüicihat saydık ve müsbet bilg-iden haberi bile olmıyan medrese, sekizinci kat g‘ög:ün arş, dokuzuncu kat ^^öğ-ün kürâi olduğuna inanmıya ve inandırmıya çalıştı, o arşın çürüdüğünü, o kürsinin yıkıldığını duymadı ve SofestailerİR Meşşaun vc Ruvakiyyundan bahsetti durdu 1 Bu ınvıkaddimeden sonra asıl maksada geliyoruz: Divan edebiyatı, müsbet bilgiye değil, ölü bilgilere dayanır. Müsbet bilgi meydana gelir, gelişir, madde* cilik doğar vc her tarafta hayalî bir dünya edebiyatı 103 kunılurken divan edebiyatı, hâlâ ölü bilgilere, 7aman geçtikçe de daha ziyade ölen, çürüyen, kokan ve dag;ılan fikirlere sahiptir. Asırlarca süren bu edebiya tın ilk devrini bilmek için de tefsir, hndis, kelâm, ta savvuf jribi bilgileri, Aris(o mnnfıg-ını, Bntlamyun mesleg^ini, Hükema felsefesini, kimya*, simya*, rcmiP, gibi acayip vc aalı yok bilgilerin hiç olmazsa mevzu ve ıstılâhlarmı, bütün bu lüzumsuz ve mânâsız şeyleri bilmemiz lâzımdır; son devrini anlamak için de. Ali Şir Nevaî ve Fuzûlî dc bu bilgilerle anlaşılabilir, Ziya paşa ve Yenişehirli Avni dc. Şehname okunmadıkça bu edebiyat anlaşılmaz, efsaneler bilinmedikle h ı mu amma çözülmez. Bu edebiyntta iklim yediye ayrılır, gökler dokuz dur. Bu göklerde yer yüzünden itibaren ay, utarit, zührc, güneş, mirrih, müşteri ve zühal vardır. Bu yıl dızların tabiatleri, mizaçları, renkleri, tesirleri vc efsa neleri, hatta dostları, düşmanları, yer yüzüne hakim oldukları zamanlar ve vazifeleri tespit edilmiştir. Mîrrih kılıç çeker, zühal bn?5 keser, zühre saz çalar, müş teri hüküm verir, Utnril kâtiptir, ay muhasip. Güneş de âleme feyiz akıtan bir çeşmedir. Bu yedi göğü on iki burcun bulundujfu sâbilelrr, burçlar gö^ü kap lar, bu gög-ü de dokuzuncu kat gök kaplapmıştır ki bu göğe «Atlâs> denir ve şair, bazan bunu ög'düg;ü kişiyc giydirmiye kalkar da bu gök yetişmez, kısa «ya hut dar gelir; bazan da bu geniş göğün, padişahın çadırına döşendiği, öbür göklerin de padişah kullarma benekli bir libas olduğu vâkidirl Madde âlemi, dört 104 unsurdan, toprak, su, hava ve ateşten meydana gel miştir. Bu dokuz kat gökle dört unsur baba ve ana* dır. Dokuz yüce babayla dört aşağılık anadan her an üç çocuk meydana gelmektedir; cemât, nebat ve hay* Van. Bu edebiyatta Havva, Adem'i aldatır, yılan miyancılık edet. Nuh tufana uğrar, İdris göğe ağar. İbrahim cömerttir, oğlunu keser. İsmail babasının bı çağına boyui) verir, gökten koç iner Yakup «Beytûl hazen», yahut .«Külbc*i ahzan> da ağlar, gözlerine ak düşer. Yusuf kuyuya atılır; Zeliha onu sever, zındana attırır; sonra Mısır'a sultan olur güzel YusuL Musa Hızırla konuşur, yaptığı işlere sabredemez. H ı zır'la İskender buluşurlar, karanlıklar diyanna giderler. Hızır, abıhayat içer, İskender mahrum kalır. Musa, asâsiyle denizi yarar, Firavun'u kahreder, asâ, ejderha olur, büyücüleri imana getirir. Süleyman'ın tahtını yel götürür, Asaf Belkıs'ı tahtiyle getir. Kuş dilini bilir Süleyman, karınca da bu padişaha bir karınca budu nu armağan sunar. Isû beşikle kpnuşur, öUilcrİ diriltir, körlerin gözlerini açar...... Bu edebiyat, baştan başa bir tarihi mukaddestir. Bu edebiyatta âhır zaman fitneleri kaynaşır. Sev gilinin zülfü, kıyametten önce çıkacak, âlemi kaplıya'cak dumandır, boyu kıyamet, yüzü mağribden do ğan güneşi Harut'la Marut zühreyi severler, Bâbil kuyusuna baş aşağı asılırlar, zühre çarpılır, yıldız olur, göğe çıkar. Kamış kaleminin içindeki ince kıl, Harut'un saçındandır, şair de sihirbaz. Bu edebiyi- 105 tın g öjün d c melekler şeytanlara şihap atarlar, ye rinde cinler cirid oynarlar. Cennetler, Şeddad’ın İrem bag:iyle haşir neşir olur. Kulaklara gaipten elest^ sesi {^elir, s^özlere tecelli nuru g^örünûr. Dilberin aya^ınm tozu tutyadır^, vuslâtı yaraları onartan mumya*, ba kışı toprakı bile altın yapan kimya. Güneşi, taşı laal yapar, sfiheyl yıldızı Yemen’deki çakılları akik haline getirir. Ovalarında ahular gerer, sevg^ilinin zülüflerini Ç in ’e benzetmek Hatadır, fakat zülüfleri de misktir, .sakalları, bıyıkları d a l Bu diyarın madaraları tılsımhdır, bu vuslat madaralarındaki hâzineleri zülüf yı^* Unlan korur, bekler I Bu edebiyatta Kanûn-ı Şifâ^ hükümleri revaçtadır, remile inanıhr, usturlaba^ bakılır, eşrefi sâât" g^özetilir, mushaftan fal açılır, yağmurlu havalarda uyunur, ikindi ,üstü uyunursa adama ağırhk g^elir. Yarh^lar fermanlar gelir gider, mührü Süleymanlarla âlemlere hükmedilir, billûr köşklerdeki aynaların Önlerinde dudular söz söylemeyi öğrenirler, Hindistan şekeri yerler I Bu edebiyatta bilgiç şair, sevgilinin saçlarındaki teselsüle^** düşer, yüzünü görünce devre*^ inanır, ya hut vuslatını düşünüp de yüzünü göremeyince tesel sülün batıl ve muhtîl, devrin mümteniğ bir ihtimal ol duğunu anlar. Bu muhkem kaziyefere^^, cedele^** düş meden hükmeder I Bu edebiyatta devri kamerden bahsedilir, şerefi »ftap beklenir, ınirrİhle zuhalin nuhusetinden korku 106 lur,müşteriyle zührcnin saadetine saMeyn umulur, sahipkıran ö£âılür. innnı'ır, kıranı Bu ctlcbiyalta mahbubun kaşları cclî'‘ hattır, sa kalları g^ubnr'-'. Zülüfleri taliktir*", sakalı, j;;MZ,c!ligîni nesh” edemez. Boy elife ben7 cr, ağız mime, züIuf dala, yahut cime, kaş raya Halta ne yazık, âşıkm «ah» ı bile bir elifle bir sıfırdan”* ibarettir! Bu edebiyatın nağmelerinden saba ahengi, nevruz zemzemesi, hicaz havası, şehnaz makamı, Irak yeli, ferehnâk terennümü, rast peşrevi, süzinâk semaisi, eve şarkısı, buselik fısıltısı, mahur sadası, muhayyer edası ve nihayet uşşakın ycjrâhtan, düjjâhtan, sej,^âh• lan ve çargâhtan mırıltıları duyulur I Bu edebiyatta Hatem cömerdlik eder, Uveys deve jifüdcr, İbrahim Edhcm saltanatından g’cçcr, Ferhat Bisutün dağını deler, Mecnun’un başında leylekler yu va kurar. Cemşit kadehini düzer, İskender aynasını cilâlnr, Gâve Dahhâk'i öMüriir, Feriflun ,nda1ctini âleme yayar, Dârâ dünyayı zapleder, Rüslem pehli vanlıklar g-österir, Zâl’in doğmadan saçı ağarır, Behrnmı gûr yaban eşeği avlar, mezara avlanır. Efrasyap1ar, İsfendiyorlar, Tiehemtenler lop ve çevgân oynarlar. Kafileler konar göçer, çan sesleri gelir, meşaleler görünür. Mızraklar, kılıçlar parlar, kalkanlara inen gürz sesleri kulakları çınlatır, yaylar yasılır, oklar atılır, temrenler değer, kanlar saçılır ve yalnız Mâm ile Bihzat, bütün bunları resmeder I 107 Bu edebiyatta deıvişler, baş açık yalın ayak ab dal olmuşlar, teslim kemerini kuşanmışlar, rıza palheng^ini takınmışlar, kulluk mengÛşunu kulîtkinrma takmışlardır. Mecazî aşktan geçmişler, hakikî aşka ulaşmışlar, erbainlerde diz çökmüşler, halvetlerde jfÖz yaşı dökmüşler, yokluk mülküne ordusuz, tnb'asız bir sultan kesilmişlerdir! liu edebiyalta şairler, aynı muhayyel gög-ün al tında aynı hayalî yere dokmuşlar, aynı hayâlleri gör müşler, aynı çeng^i, aynı rebabı çalmışlar, aynı uy durma dili söylemişler, aynı isimsiz havayı ulamışlar, aynı yola gitmişlerdir. Gelmişler, konmuşlar, yokluk diyarına j^öçmüşler, bize seslerini bile bırakamnınışlardır I Bu masalların masalı âlemin son yolcuları göz den kaybolurken bizim için söyliyecek ancak bir aöz var 1 Onlar kcpılınıç hayaline^ biz erelim hakikatine! 108 Bu yazıda gcçen bazı sözlerin açılması ; 1 — K im y a : a ltm yapmak. Bakır, güm üş vc cıvayı 2 — Sim ya : bazı m uamelelerle olm ıyan şeyleri göstermek. 3 — R e m il, taş tahtaya, yahut k.^ğıda dökülen noktalarla geleceği anlam ak. 4 — Elest : T a m ı, önce ruhları dcgihniy ijn dem iş. tıp parlatan maden. ' 7 — Ib u i S in a 'n ın G — K ırık la rı bitiştiren bir kitabı. elestü-rabbinİK yerleri duruşuna başlanm ak göre idlere bir m evhum ilâv- Ö — Güneşin derecesini ve yıU d ııla n n b ulund ukları 10 — B ir şeyi, yaratmış, 5 — Tutya : göze sürme ];ibi çekilen, yaşar belli eden alet. başka bir şey 9 — Yıldızlarım için en uygun meydana ve hayırlı saat. getirir, onu bir başka şey, onu da başka bir şey. Bu, böyle devam edemez. Kendilij>inf den var olnn bir varlık gerektir ki b unların hepsini meydana getirsin. O da tan rıd ır. 11 — B ir şeyin varlığı, bir başka ^eyia varlığına b a ğlıd ır. O dn ya buna bağlıdır, ya başka ^cye. B.aşka şeye bağlıysa onun varlığı d ü şün ülür, değil de buna bağlıysa ikiki de var olamam: veııairc, cesini kabul etmeyip yere <jene çalmak yazılanı. — M antık kıyası. kıyasdan kıyasa, gibi birşey. küçük yazılm ış şekli. ın ü u h a n ili bir yazı şekli, şiir yakısı adeta. sına geldiği kiden söze geçerek b(<ş 14 — E ski yazının güzel vc iri 15 — Bu yazının her çeşidinin gayet ince, adeta per- tevA İzle okunacak derecede yaaiyle ah İH — ICıyas neti sözden gibi celinin «ol> 1G — E ğri ve 17 — Bozm ak m âna küçük ve bir başka şekli. şeklinde yazılır, 18 — E ski ilk harfine elif denir. S ıfırı es böyle içi boş bir yuvarlakla gösterirlerdi. I^u yuvarlak, aopradan nokta oldu, s iliu d i ! İşte hepsi buna benzer şeyler. XV Tanzimat edebiyatı Şimdiye kftcîtvr Hikkat edilmiştir, münnnebcl düş tükçe Tanzimot edebiyatını hep divan edebiyatiyle beraber andım. Nc yapayım? Divan edebiyatı pek uzun türen bir uykuysa ta z im a t edebiyatı, bir uyku^a doymadan uyanış, b^^ devresi. Dlvnn edebiyatı, sürekli bir şarhoşluk, uzun bir aıjKiş** sn Tanzimat edebiyatı, dünyayı kanlı ve şiş gözlerle süzen, başı zonklıyan, baktıg-ını iyi göremiyen,' hattâ arada bir çivi çiviyi söker diye, yine şaraba, rakıya sarılan bir mahmurluk. Zaten tanzimatın nasıl bir ha reket olduğuna akh erenlerin' akılları ermiştir. Tanzi matçılardaki hususiyet, tamamiyle zamana tabiğ bir hususiyet, bu da pek tabiî. Medrese yıkılmak üze re, Avrupa g^örülmüş, mektep açılmış. Elbette şairin fikrinde de bir şeyler olacak, işte olmuş da. Fakat ne teknik, ne düşünce, ne de ifade bakımından bu adamlar, divan edebiyatından zerre kadar ayrılama mışlardır. Şinnsi : B ild irir had dini sultâna senin kanCınun diye Reşit Pnşa’ yı ög^üyor amma bu söz, sırf büyük lif etme illetinden doğan büyük bir söz ve işte o kadar. Bütün tanzimatçılar, Avrupa’ya hayran ve bu yüzden hürriyete meftun. Padişah değişince, yahut 110 sadrâzam ortadan kalkınca bütün hayat şartları «ilcg-iAvrupa'daki imran, siyasî rüşt, maddî ve manevî yükseklik yerden biter jfibi bitip oluverccck sanıyorlar. Üçüncü Selim ve Alemdar Mustafa Paşa ile Bcşinci Murad'ın vc Nauuk Kemal’le arkadaşlannm düşünceleri arasındaki fark, pek AZ. Eskiler, Avrupa’yı elçilerde ^^örüyorlardı diyelim. Bu yeniler de Avrupa’ya ancak elçi gibi g i diyorlar, Eskiler, elçileri nasıl görüyorlarsa bunlar da Avrupo’yı, âdetleri, g^Örenekleıi vc her şeyleri ayrı herşeyden habersiz bİr elçi gibi görüyorlar. Mad deye bağh J)ilgirım_ne bile yok. G ö remiyorlar ki Avrupa’da maddî refahın verdiği reha vetle Allahı ancak dinî günlerde âdel olduğu içİn vc lütfen düşünebilen bir zümre var. Göremiyorlar ki Avrupa’da maddeye bağlanan ve hayatı kazanmak için onun mânası var mı diye düşünmiye bile vakit bulamıyan başka bir zümre mevcut. Göremiyorlar ki Avrupa’da el tezgâhı devri kapanmış, büyük sanayi ve geniş istihsal devri başlamış, refah içinde yaşıyan zümrenin hırsına karşı, onların refahını temin eden zümre içten içe bir savaşa girişmiş ve bu maddî ya şayış, maddî düşünüşü meydana getirmiş, ilim, dinle çarpışmış ve galebe etmiş, filozof, artık maddî ve müsbet bir felsefe yaratmak zorunda kalmış. Hattâ göremiyorlar ki orada halk, «tnb'a-i şahane» değil ve «rcâyâ» yok. Hattâ göremiyorlar kİ orada hakkını tanıyan ve nisbeten tanıtan bir halk» o hakka baş eğmek zorunda kalan bir zümre var ve bizim ülkemiz, ancak Avrupa'nın yüksek sanayiiylc geniş istihaa5 İvcrccek, hürriyet ilân cdillncc u ı linin bir satım çarşısı, bir istihlâk pazarıdır, oradaki İktisadî şerait, bizde yoktur, oradaki cemiyetin bün yesiyle cemiyetimizin bünyesinin ayın şartlara uyma sına imkân bile düşünülemez. Onlar, bunların hiç bi rini g-öremiyorlar ve ancak İstanbul’da görmedikleri aama köprüleri, fabrikaları, parkları, kulüpleri, bağ' lan ve bahçeleri dıştan g-örüyorlar. Bunları Aristo mantıkiyle düşünüyor, kıyamete yakın g^üneşin magripten doğacağı hakkındaki rivayetle tevİl ediyor, daha da ileri g'idip Avrupa^nm bu halini, Endelüs me deniyetine kadar çıkanyor, bizden alınmış da biz i(lâ$ etmişiz sanıyor ve : Şendendir ilâhı yino, hn mekr^û hu fUn^ diyorlar. Kapitülâsyonların kurulduğu devri, tarihi mizin en yüksek bir devri sanıyorlar, hemen hepsi, o devre, o geçmiş güne bağlı. Fakat bundan daha tabii bir şey de olamazdı. Çünkü maddi ve müsbet düşüncenin doğması için aziz bir dostumun dediği gibi Namık Kemâl'le Mustafa Kemâl atasındaki mer halenin aşılması gerekti, zaten çürüyüp kokan eskilik leri toptan silip süpürmek, garplı bir cemiyet kurmak lâzımdı ve bu enerji ve görüş de Namık KemâlMe olamazdı. Tanzimatçılar devrindeyse henüz Kafesi, yahut K â tibi destar, kavuklukta. Harem, selâmlık bâki. Yine cuma namazı, hiç olmazsa görünmek için olsun kaçırılmamakta. Ramazanlarda elde mâ^ert tespih, cami ler dolaşılmada. Yalnız namaz, bazan aptestsiz kılınabiliyor, iftarlara oruçıuz gidilebiliyor. Oruç gizli yenir- 112 ıc pek zararı yok. haremde yine kaUalar, halayıklar, kethüda beyler ve harem ağalan. Ba^ta A tizî fes, üst te İstanbul'un, ayakta kaloş kundura. Dilde Fuzûli'den, Bâki’den, Nef'i veya Nedim'den beyitlerle bir kaç frenkçe mjsrağ. Mütrnebbî ile Hügo'yu aynı za manda okumıya çalışıyorlar ve Beyog^lunda, Istinyede, Bebekte, artık gûya Avrupalılaşan yerlerde oturuyor, başı açık vc bazan mütefekkir bir vaziyelic resim çektiriyor, Paris ve Londra'da divan okuyorlar. Tanzimatçılarm iki mümessili Namık Kemâl’le Z i ya Paşa'nın birer divanı, Kemâl'i yetiştiren Şinasi’nin bir divançesi var. Namık Kemâl'in 268 parça tamam lanmış şiirinden 166 sının aynı mazmunlarla şuna bu na, eski ve yeni şairlere nazîre olduğunu aninymca greri kalan şiirlerinin kimlere nazire olduğunu bula madığımdan dolayı kusuru kendime verdim (yüzüncü doğum yılı münasabetiyle Dil ve tarih - coğrafya fakül tesinin yaymladığı «Namık Kemâl hakkında» adlı kitabtaki «Namık Kemâl'in şiirleri» adi yazıma ba kınız, 1942 İstanbul, S. 11 — 77 ve bilhassa 32— 64). A ynı divan edebiyatı mazmunlarını kullanan, özenmeçe tasavvuf yapan, Sâkiname yazan Kemâl'in yine tesir altında .yazdığı bir iki yeniye benzer parçayla vatanî şiirlerinde bu gün ciddi bir yenilik, hakiki bir heyecan ve hele açık bir istek g-Örülmezse şaşmamak g-erektir. Dünyada ne değerler sarsılıyor, ne imanlar yıkılıyor. Divan şairi bile Bana kim âlem-i im kân derler O lm az olmaz, deme olmaz olmaz demiş. Hüküm zamanın, neden hayıflanalım ? 113 Görüp ahkâm (yahut hukkâm )~ ı asrt m iinharif sıdk-û selâmetten Çekildik izzet-ü ik b âl ile bâb-t hükümetten deyip mutasarrıflığa çekilerek yan gelen Kemal'in hakkında da bugün deg^i'se bile yarın, zamnn, kat'i hükmünü verecek, bundan kaçınmağa çare yok 1 Ziya Paşa^ya gelince *. Bu zatı, nasılsa arada bir, bir modaya kapılmış görmekleyiz. Böyle olmasaydı aleyhinde bulunduğu padişaha, kasidelerle ihlasını bildirir. Üstümüzden eksik etme sâye-ı şahanesin Z âtınâ her hâlde her k ârd â sen ol nm în diye tanrıya yalvarırmıydı ? Ziya gibi Hiç olmazsa Adanalı /i«;n öyle minnete gelmem Z iy â, htı saye nedir B iraz da gün göreyim sâye~bânı kaldırınız demezmiydi ? Padişnha dört tane kaside söylermiydi? Hem dc bir tanesini Paris'te söylüyor. Ziya Paşa, tam eskiler gibi, Hayır, onlardan da açık gÖz. Hiç bir fırsatı kaçırmıyor. Cülus için müseddes bir terki bibent yazıyor, beğenilsin diye murassa bir mesnevi düzüyor, askere, Saliha sultan'la Emine sultan^n ve Şehzade SelimMe Mahmut Celâleddin'in doğumlarına, kışlalara, hükümet konaklanna, çeşmelere, hatla hatta padişahın resmine tarih «öyUıyor ve hepsinde do adalelinin misli olmıyan o güvelim pehlivan padişahı öğüyor. Bunlarla da kanmıyor da padişahın turasını ve kadir donanmasını kıt’alarla kutluyor. Hele şarkı ları ... Padişah İstanbul’dan gider, haydi bir hasret D İ vhti IM th ija it — 8 114 şarkısı; Jfelir, haydi bir j^eliş şarkısı. Kendisi Amasya’dnn gelip padtşnhın mübarek yüzünü ^örüncc al bir şarkı daha. Görülmemiş birşcy; kendisine verilen ihsnnn ve askere g^iydirilen yeni elbiseye bile şnrkı ile şükranlarını sunmada. Eskilerin bile pek akıllarına gelmeyen şeyler yapıyor, Reşit Paşa'yn upuzun nok tasız kasideler yazıyor. Böyle bir adamın hürriyet severligindeki ciddiyete inanamıyoruz. Acaba sadrâzam ol saydı hürriyeti yine scvecek miydi dersiniz? Ziya Paşa’nın yaptıg;! yenilik, cger yenilik demek cnizsc. ycni coğrafî bilgilerle kozmog-ıafya bilgisini şiire sokmak ve tanrının hikmetlerine şaşıp kalmrktnn ibnrtllir. III üncü yazımızın son kısmını, isterseniz bir kere daha okuyunuz. Şihasi^dc fazla İsrar etmiye lü/um yok. Ne ka dar kötü manzumeler yazdığını divançesi göstermek te. Nesirlerinde Türkçe cümle inşası bile kusurlu. Tanzimatçılar, nesirde de divan edebiyalının tesi rinden kurtulamamışlardır. XII inci* yazunr/.ın son k r sımlannda bu hususta kâfi derecede söz döyledik. Hatta tanzimatçıların tam alafranga bir devamı olan ve müseddeslerden serbest vezne kadar }ıer tarzda yazı yazan vc her çeşit yazısında birinin lesirine ka pılan Abdülhak Hâmit bile şiirde ve nesirde divan tesirinden kurtulamamıştır. Cenap Şahabeddın, Mnkber mukaddimesini «Edebiyatımızda ilk nesir» saya” dutsun, bu mukaddime, halta ikinci mukaddime ve Fat ma Hanım'ın mezar taşı, divan nesrinin simokinli bir görünüşüdür, o kadar. 115 Kemârden Hâmid’o kadar bütün, bu devir, yeniyi istiyor, fakat maziye bag;lı ve hayran. Nevruz Bey, Fa tih, Selim. Yahut llhnn, Turhan, Timürlenk Abdurrahmanı flalis ve daha bilmem kim. Ve bunlar bir asırda ve bir kafada divan diliyle konuşmaktadırlar. Hâmid’in gezdiği yerleri düşünün: Londra - Hindistan, Avrııpnnın en mühim merkezleri. Fakat Kemâl, Londra^yı nrı.sıl parkları, köprüleri ve bilmem neleriyle gördüyse Hâmitde Hindistan'ı Davalacirosuyla, Londrayı Finteniyie g-örüyor. Bir de Hindistan’a gitme den yazdığı «Duhteri Hinduj> su var, unutnııyalım! Dedik ya, tanzimat ve onun devamı, bir esneme, bir gerinme, bir mahmurluk sökme devresi. Amma uyanmak için banlar lâzımdı, inkâr etmiyoruz; orta oyuniyle Moliyer karışıg^ı tiyatroyu onlar yazdı, hatta hâlâ, gözleri iyi görmediği için olacak, bellediği y o l dan bir parmak bile sapmjyan bir muakkipleri vnr : Musahipzadc Celâl. Evet, tiyatroyu onlar yazdı, masala benzer roman karaladılar, kavga eder gibi tenkitler yaptılar, tercümeleri var, bir çok şeylerde ön ayak oldular, i-fakklarını inkâr etmemekle beraber şunu da söylemek gerek ki onlar, eskiden ayrılama mış, yeniye ayak uydurmaya çabalar sakallı bebekler dir.^-laklarım inkâr elmiyelim,^fakat çok da şişirmiyelim onları. XVI T a n z i m a t t a n sonra Hâmit, dilimize gfîrcn «g;ayri kâfi» sözü* yetmez miş gibi bir de «nâ kâfi» yi icat ederek: Evct^ tarz~ı kadîm di bozduk, /lerc-ü merc ettik Nedir ;/V-f hakikî safha-t o /âk a dere ettik /iu ıjnlda nakd-i vakti sarftı ^.aıjrei birle hare ettik Bize gelmişti z îrâ mcsIek-î ecdâd nâ~kâfî diye ölünüyor, «birle, san, kim» gibi artık unutul muş eklerlerle ta on dördüncü asra dönüyor, Gûyâ ki verûp hiddct-i bî-câ Gülşen-gch-i ruhsârm a buhran gibi eskilerce ofedilmez kaidesizlikler yapıyor, bun larla ve şekilde de kafiyeleri ve bentlerin mısra sa yılarını değiştirmekle yep yeni bir edebiyat kurdug;una inanıyordu. Bu kaidesizlikleri gören, hayata yük sekten bakan ve büyük lâflarla dolu olan bu şiirler den eskiyi tahkir ve olafrangnlık kokusu alan gençler, hep Hâmid'e vurulmuştu. Artık < Edîb-i a’zam * m yerini, «Şâ>r-î n'zam* tutmuştu. Tam bu sıralarda bu günkü harflerimizle bahse dilmesi bile abes olan bir «Abcs-muktebes» meselesi orl.ıya çıkıyor, Arap alfabesinde bu iki kelimenin biri pellck «S» ile yazılır, öbürü «Sin> le. Binaenaleyh es kilerce kafiye olamaz, işte bu abes bahsi, edebiyat âlemine yeni üstat atıyor : Recaizade Ekrem. 117 Edebiyat kitapları, Vnniköyündcki yal'da dog^an, Büyükodft ve Istinyede oturan, Beyog:lundn jfczip Yakacıkla cj^tcnen, ulnlran^a yazan vc Şişlide ölüp Göksuya jfömülen bu Üstat his ve hayâl şairi saynrlar. Kendisini üstat hayâl etmişler, kendisi de kendisini böyle hissetmiş de her halde ondan. Hâmit tesirine kapılan Üstat, şiirde pek yayadır. Lisanı, daha doğ rusu vezni, bir tür!'i emrine ram edemez. Kelimeleri çeker, c'/er, büzer, tıkıştı nıı Farsça fiille yapılnıi!;i bir mefulü alır, söze katıverir. Ahenk tamam olsun diye aruzun en acayip ve fazla oynak olduğu için eskiler tarafından bile merdane edaya yakıştırılamamış da unutulmuş {fitmiş vezinlerini kullanır ve haya tında çuk. fakat hep ferdî felâket çektig;inden hemen her şiirinde ölümden, mezarlıktan, mezardan ve ya şayışın hiçliğinden bahseder, aflar vc bizi de aglatmıya çalış<r. Yakacıktaki eski mezarlığ^ı bir jjcce zi yaret etliğini anlatan ve liir y ‘pti köyde, ûziın-i güzâr idim Afnjâya dûr-k^şie-vıt enıvâta câr idini yani «bir geceydi, köyde ge7miye çıkmıştım. Diri lerden uzak kalmış, ölülere komşu olmuştum» beytiyle başlıyan tcrciîbcndiniiı ilk parçasında : Giryân idim fakat yözûm âzâde-ı dümu Yoktâ lebimde nâle fa k a t nâle^kâr idim yani «ağlıyordum amma gözümde hiç de yoktu. Dudağımda feryat yoktu amma feryat dum işte* der. Recaîzade, bu beyitte kendi sini iyi anlatmada. Evet, Üstat budur bizce. gözyaşı ediyor kendi Ekrem 118 Bcv, nazjmdn nasıl divan şiirini Hâmit'vâri yürütmüş ve bn/nn hcccylc dc yaznıışan nesirde dc divan inşası kullanmış, baznn alafranga ve «ovh» lu bir 1 ürkçcylc oldukça açık ya/ılnr yarmış, fakal hiç bir vakit sevmedig^i. fnkal gazelini tahmis elliği Muallim Naci kadar bile halk türkçesinc yanaşamamışlır. Ekrem Bey’in «abes - muktebes» le girdig^i Serveti Fünun'da, başma bir alay genç toplanmıştı, Gcçireccg;imiz inkılâbı, bıınlardnn birisi duymuş, yaşayışımızı bunlardan birisi görmüş, dünü bunların birisi yıkmış, yarını bunların birisi hazırlamıştır : Tevfik Fikret. Oncc eski tarzda şiirler yazan, zaman geçtikçe Hâmid'in tesirine kapılan, niliayet kendi kendisini imâl ederek <Rübap^ şniri olan Fikret, bizi'. hem ruh, hem şekil bakımından ilk Avrııpa şiirini vctdi. l lasılı tanzımat ve Kemâl - Hâm il, divan edebiynliylc Serveti Füııun nr;»sında bir köprudiır; mccnrdon hakikata bir köprü. Divan bir uyku, Tanzimat bir uyanış bir esneyiş ve geı iniş, fakat Serveti Fünun, bir ayaf;:a kalkış, hayata adım atıştır ve Serveti Fünunin yalnız Fikrel’i kastediyoruz. Çünkü bu devre, onunla başlamış vr onunla bitmiştir. Cenjıp, « Yakazat-ı leyliye»yi dinliyen, «Sââl-ı .scmen-fâm? a vurulan, kar* ların uçuşundan zevk alan ve karlı bir havada karlar allına gömülen, gününün ve bu günün şairi olamıyan bir şair, fakat bir şairdi. Öbürlerine gelince '• Gelmiş ler, yazmışlar, söylemişler, susmuşlardır. F.dcbiyat kitaplarında ancak Fikret'le çalıştıkları için adları anı lacak. 119 Fikret’te ilk olarak beşerî vc ileri görüşe rastlıyo ruz. O , bu flünyayı ve dünyadakilcri görüyor. Tah lil edemiyor, henüz âşiyanındndır ve âlemi âşiyanından görüyor, fakat âlemi görmekte, kendi âlemini deg;il. Fikıet anıhnca Akif’i hatırlamamaya imkân yok. Bu İkt kutup hakkmda neler söylenmedi ? Fakat bil* mem ki Akif'tn tnmamiyle eskiye bağlı, kurulduğu günden itibaren ayrılan, parça parça olan vc hiç bir vakit tahakkuk etmiyen İslâm vahdetini meydana getirmiye çahşır, Çanakkale savaşında bile Bedir gazasmj görür bir Fikret^ten, yalnız bizi gören, mahalle ler arasmda dolaşan, yarını drğ-il, hep dünü düşü nen bir Fikret’ten bnşka bir şey olmadıg^ını inkâra mahal var mı? Tevfik Fikret, yaşıyan bir Fikret, Akif’se sesi tarihten, hakikî tarihten Önceki devirler den gelen ^ölge bir Fikret. Ne yazık ki Tevfik Fikret, şiirin ruh ve şeklinde gösterdiği yeniliği dilde görteremedi. Fakat ne olursa olsun o, tekâmül tarihimizde bir başlangıçtır vc şiirin hakikî hayata açılan kapısında yüzü hakikata bakan bir heykel gibi daima durucaktır. XVII Peki, ne yapalım ? Evet, uc yapalım V Divnn cdcUiyaUndu IoIîİrI, bilcIig;imİ2 , gfördüg-ümüz tnbint dcgil, aşk tabiî aşk değil. Bu edcbiyalta hayata bag-lılık yok, miskin bîr tevekkül, bir kaza ve kader inanışı var. Muayyen mccnzinrdan meydana g-elcn kopya bir edebiyat. Geliş me merkezi olan Utanbul'un bir yanmda boğaz, bîr yanmda Marmara ve Haliç varken denizi bile göre miyoruz bu edcbiyalta. öğm csi muayyen kalıplarla bîr dalkavukluk, sög;mcsi yeni yakası açılmadık vezinli, kcîfiyeli küfürlerle bir tahkir. Hikâyesi dü?me, kıt'ası uyduıma. Şairlerinin hususiyeti, ancak lehçe ve şive den, ancak meşrep ve mezhepten meydana g^elme, förüş ye duyuştan değil. Ne halk var bu edebiyatta; ne şehir. Ne köy g^örünüyor, ne kasaba. Ne yeri belli, ne göğü. Ne yapalım ? Bu, böyle ve bu edebiyattan, bu edebiyatı yürüten, süriikliyen şairler bile bezmişler, birşeyler yapmak istiyorlar da yapamıyorlar. Nazım ları yapmacık, nesirleri uydurma. Fikirlerine kaynak olan bilg-iİcr, dirilmeyecek olan ve dirilmelerine de imkân ve lüzum bulunmıyan ölü bilgiler. Hele dili, artık kat’Iyen anlayamıyacağımız bîr dil. Hele ölçüsü, artık bellememizde hiç bir fayda olmıyan bir ölçü. Tanzimat da bu edebiyatın biraz Avrupalılaşan bîr devamı. Peki, ne yapalım ? Atalım mı bu edebiyatı, okutmıyalım m ı? İyi amma edebiyat hocaları ne okuta caklar sonra? 1V.1 Latife bcrlarnf, doğru düşünme ve k«t’i karar verme zamanı ^elip çatmıştır artık. Mekteplerde ço cuklar, anlıyamadıkları, okuyamadıkları beyUlerin vezinlerini bulmnja mecbur. Görmedikleri ve jjöremiyecekler» kitapların ndinrını. lınlta mAnnInnnı l)ilmrden, doğru ve yanlış ezberleıniye malıkOm. Sevme dikleri ve sevemiyecekleri şairlerin hal tercümelerini bilmezlerse, ölüm yıllarını ezberlemezlerse, Nedim’in damdan dama allarken düşüp öldüğünü, yahut Patrona isyanından sonra biraz yaşadığını söyliyeme^.lcrse, Şinasi’nin sakalını niye kestiğini kestiremezlerse koca bir yıllan mahvoluyor. Hoca, çocuğa Onbcşinci asır şairi Ahmet Paşa’nın hayatına ve şiirlerine dair bir konferans vermesini söylüyor, Baki ile N e l’î arasında bir mukayese yaptırıyor. Zaten bir hayal olan divan edebiyatı da ancnk böyle hayalî bir tarzda okutulur yal Yeter artık; çocukları bu manasız zulümden, hocayı bu lüzumsuz zalimhkten kurtarmak lâzım. I^üşünce değişmiş, duyuş ve g’Örüş değişmiş, zevk ve ynşnyış değişmiş. Yirminci asrın çocuğunu yirmi birinci asır için yclişlirtnck lâzımken nasıl olurda oımlhtu'i, on bcşinci asra sevk edebiliriz, imk^n mı var ? Peki amma, nc yapalım? Hiç mi okutmıyalım bu edebiyatı? Hayır. Bence yapılacak çok şey var. D î van edebiyatı, bilenler bilirler ki bir beyit edebiya tıdır. Hikâye ve kıt’alar müstesna, kaside ve gazel ler de bir beyitle öbür beyit arasında hiç bir bağlılık yoktur. Hatta mâna da bir beyit içindedir, o beyitle başlar, o beytle biter. Mânanın bir beyitte bitmeyip öbür beyte bağlandığı pek nadirdir. Onun için hat 122 ta herhang^i bir şeye örnek olarak bir mısra alamayız. Bir beyitten fazlasına da lüzum yoktur. Beş beyitlik bir gazelin İlk beytinde şair, meselâ bir son bahardan bahseder, ikinci beytinde şarabı över, sa kiden şarap ister. Üçüncü beyitte bir hikmet savurur, dördüncü beytinde zahide çatar, son beytinde bah tından şikâyet eder ve g-azel biter, Bazı g-azeller var dır ki bütün beyitleriyle bir mevzua dairdir denebilir. Eskiler, pek nadir buldukları İçin bu çeşit gazel lere «yeknesak gazel» diye bir ad takmışlardır. Eger gazeller, hep bÖyle olsaydı da beyitleri birbirine yan bakan gazeller az olsaydı onlara bir ad bulur, takar lardı. Bu beyilçi ctlebiyatın cidden çok j^^üzel beyit leri vardır. Mâna ve söyleniş bakımından birbirine uygun kelime yıjjınları, bir vezin içinde, hnttn zoraki kafiyelerle birbirleıine eklenir dururken birdenbire bir beyit, şimşek gibi çakar. Karanlıkta şimşek ziyasiyle yol almağa imkan yoktur amma bir an için olsun mu hayyilemizde bir ufuk açılır. Meselâ Necati’nin Aya^ı yer m i basar zülfüne ber-dâr olanın Ztivk-ıı şti)kîle verir cân~ıı sprî döne döne, Usulî’nin Âvâreler felek-zedeler, bî-nevâlartz Alemde bir mahabbeie kalmış gedâlarız, Fuzûli’nin Sînem î çâk eyle gör d il ıztırâbın âşkdan Revzen aç bâd-ı hevâdan mevc uran deryaya bak^ 123 Tıllî'nin Rn/tş-î emelim nlrit inân-t (itli elden A hır sürerek vâclı-i hicrana dnşiirdiî K y â ştk -t âvâre t/cftş kCuj-t ni^ârr Ağyar o meh-pârcyi mesfânc duşûrdıi, Nedim’in Çekesin sîney9. ol şiihu koşâ-kc^ler ile A lasın hûsesin am m â ki iiâb-âlCıdc beyitleri gibi cicldcn piizci beyitler vnr. Hnltn Usulî’nin DiiriHiîr çün kama defterleri tûmâr ^ibi Dehr saltanlanm n defler~ii d îv ân ın a y uf beyii jfibi serkeş, Adanniı Ziyn’nın H â k üzre düşen ziyâ^yi mihre B îr ziîll ise asman aiansın beyti î^ibi rrıngrıır vc müstaj^ni, Reşit Akif F’rışa’nın Çıktırma âh 'i d ilî kurh-ı nrş-ffâha dahî Uzatma dest-i temonnâyı padşâha dahi Bilirse kendi Inlir yoksa bildirir mi ^öm'il D ilin dileklerini hazrel-î ilâh a dahi Çatılm asın bana karşı o ebruxmn-ı ^a?ap Tahammül rylimrm öyle, hir niffâha dahi liıı izz-i ncfs R rşîdâ hndâ emânetidir A nı fedâ edrmem en biiyıîk penâha dahî beyitleri jıribi isynnknr beyitler bile var. Edebiyatçılarımızın çoğu, maalesef perakende cidir. Divpn şairleri, nasıl ilhamlarını divanlardan nltr- 124 laraa onlar da bilg-ilerini kitaplardan alı ılır. İlk kitap ne yazarsa aon kitnp onu yazar ve ilk kitapta hang^i ^iir varsa son nâkil, onu okur. Halbuki ndı anıhnıyan şairlerin bile, istersek tesadüf diyelim, gfüzel be yitleri bulunabilir. Nurullah Ataç, bir gün Sâkip Dede'nin şu beytini okudu "• Külâ/ı-u hırka mey-âlûd çâr-pâre be~dest Vcrâ-yı pcrde-i ııânmr.-u ârcı dv.k fiideriz başta külah, sırtta hııka şaraplara bulanmış, el de çalpara. Namus ve ar perdesinin ardına gidiş. Pek rintçe ve lâübalice gidiş amma beyit güzel. Sonra Bâki’nin, Kanunî Süleyman’a, faşlıcalı Y ah ya'nın Mustafa Sultanca yazdığı mersiyeler, Ruhi’nİR terkibibendi ve bazı gazeller gibi müphem olsa bile zamanlarını tenkit eden, ruhlarını, ruhi hnletlcrini göste ren, sathi olsa bile insanı ve insanlığı tahlil eyleyen parçalar var. Her şeyden önce bir bı:yil antolojisiyle böyle dcg;erli parçaları toplıyan bir külliyat lâzım dır. Bazı beyitler de vardır ki bir raısraiyle pek gü zeldir. Meselâ Bâki'nin Görelim â y ın c 'i devran ne sûrcİ ^östf'rir mısraını okuyunca insan, kendisini felsefî bir düşün ceyle karşı karşıya sanır. Devran aynası, bakalım ne ler gösterecek? Neler oldu, daha neler olacak? G ü zel bir mısrag-. Fakat beyti ilk mısraiyle beraber oku yalım : 125 Iljd ’^ â h û vûraltm dûlâba dilhcr set/rine Görelim âıjmc-i devran ne sûrel gösterir mısraın imâleleri, hele «dûlâb» la «varalım» kelime leri şöyle dursun; adam diyor ki î «Bayram yerine, dönme dolaba, gÜ7xl seyrine gidelim. Bakalım, dev ran aynası yani dönüp duran dönme dolap, bize ne gfüzel yüzler jröslcrecek ?> Beğendiniz mİ? İkinci mısra^ da yıkıldı gitti, mu* hayyelemizde do jan düşünce de. Fakat bu beyili bü tün olarak almıya ne zaruret var, ne mecburiyet. Baki darılmaz, belki de hoşlanır. Beytin ikinci mıs raını alıveririz. Zaten mısrada mânada tamam. Şu hal de bir de güzel mısralar antolojisi lâzım. Fakat bu beyit ve mısrag^ antolojisiyle güzel şiirler külliyatı, bir kişinin yapacag;! iş değildir. Yapabilir amma uzun sürer, zaman ve fırsat ister. Fakat bir enstitü, bu işi hem kolay yapabilir, hem de meydana gelen eser, daha tam, daha mükemmel olur. Sonra bu ensti tünün hazırladıg-ı parçalar, yalnız bilgisine değil, çün kü bilgi, tek başına miyar olamaz, hem bilgisine, hem de zevkine ve görgüsüne inanılır adamlara su nulmalı, eksikleri tamamlanıp lüzumsuzları atılarak knt’î bir vekil nlmaîıdır. Fakat bundan ne çıkacak? Örnek olarak verdiğimiz bçyillerl, bu günün çocuğu okuyabilir, anlıyabllir, hele bunlardaki mistik duyuş tan zevk alabilir m i? Tekrar edelim ki buna imkân yok. Yalnız iş bununla kalmaz, edebiyat tarihi de değişirse o vakit, bir tefekkür tarihi elde etmiş oluruz. Edebiyat tarihi, artık divan edebiyatını ancak bir g i 126 riş olarak almak zaruretindedir., Fakat bu tarih, hal tercümelerinin etrafında dönnıemeli. Meselâ on üçüncü asırda yetişen şairler, on üçüncü asır anlaşılmadan nasıl olur da izah edilir? Çocuk, bu birbirine eklen memiş, mecburiyet olduğu için ezberlenmiş bilgiyi derhal unutmaz mı ? önce on üçüncü asrın İktisadî şartları, bu şartların dogurdug^u cemiyet, bu cemiye tin meydana ^retirdig^i siyasi birlik, halkuı yaşayış tarzı, duygusu, isLeJi, ümidi, tevekkülü, inanışı ve isyanı, bu bünyeyi yog^uran amiller anlatılırsa o vakit Mevlâna ve Yunussun, neden on yedinci asırda yetişmedikleri meydana çıkar. Bu usulle yazılan edebiyat tarihinde dilin nasıl bozulduğu, münevver bir zümrenin ne suretle meydana geldiği, bu sınıfın halktan neler aldığı, halka neler verdiği, o karışık divan dilinin nc sebeplerle kurulduğu anlaşılır; şair ler, zaman ve mekân çerçevesi içine yerleşir. Böyle bir edebiyat tarihinde divan edebiyatından vereceğimiz metinler, yalnız aslı göstermiş olmak için alınmalı, izahları çocuğun, metni anlamasına yardım etmeli, hal tercümeleriyse gayet kısa notlardan ibaret bulun malıdır. Öyle notlar ki fazla bilgi edinmek istiyenler okusun 1 Asır asır yürüyen bu giriş, Tanzimatm et raflıca bir izaliiyle tamamlanmalı ve kitap, ondan sonra başlamalıdır. Kitapta asıl yeri, halk edebiyatımızla son zaman lardaki şiirimiz ve bu şiirin kudretli mümessilleri vc bilhassa son zamanki nesrimizle dünya edebiyatı al malı bence. Halk edebiyatımız pek zengindir vc bu günkü genç şairlerimiz, hiç te küçümsiyeccğimiz şa- 127 irlerler deg-il. Bize neler vermiyorlar? Faknt kuru bir iddianın, köklü bir alışmanın ve eski bir gorü şün tesiriyle hocalarımız, hoş göremiyor bunları. Hoş göremiyor diyorum, başka türlü de söylenebilir bu löz. Evet, onlar hoş göremiyorlar amma gençler bu şiirleri okuyorlar, seviyorlar. Bu, bir vakıa. Burada Hüseyin Rahmi ile Ahmet Rasim’i snygiyle anmamız gerek. Hüseyin Rahmi, romanlarını yerli ve sosyal unsurlarla meydana getirmiş tek rnmnncımızdır. A h met Rasim'c gelince! onda ne yok k i? Devir devir bütün hususiyetlerimizi, çeşitli konuşmalarımızı, bütün halkı ve münevveri onda buluyoruz Son nr5«ircilerimizden ne güzel örnekler alabiliriz. Bu;/ünün genci, dünyadan ve dünya edebiyatından niçin haberdar olma sın? Bir genç, halk edebiyatını bilmezse dünümüzü, ve bu günkü deg-erleri okumazsa bu günümüzü anlamaz, dünya edebiyatına ait fikri olmazsa dünyadan başka bir yerde yaşar. Hür ükirli vekil Haşan Ali Yücel'in himmetiyle Maarif Vekilliğinin Şark, Garb.. bütün dünya edcbiyatınflnn verdimi ve verrcfg-i trrcJimeler, bu işi tamamiyle kolaylamıştır. Kütüphanelere bile bir hız ge'miştir,' onlar bile bize deg:cfli tercümeler sunuyorlar. Artık Ahmet Paşa’ya ait konferans verdirmenin ne lüzumu var? Bu eserlerden birini okutmak ve çocuj^un ne anladığını, iktifa eklerse mü nakaşalı bir şekilfle sormak yetmiyor mu ve. bu, <lahu faydalı demiyeccg:im, çünkü öbürü fnydnlı deg^il, zararın la kendisi; hakikaten lâzım deg-il m i? Ne an lar Ahmet Paşa'dan çocuk, divanını nasıl okur, b öy le bir fikri olabilir mı o gencin? Bu Ahmet P?şa 128 vazifesi, bir misal değil, bir valc'adır. Gazete okuya* mıyan, ajans dinlcmiyen, mektup ve dilekçe yazamıyan çocuklar var ve ne garip, bunlar, Fuzûli’nin ölüm tarihiyle derlerinin adını ezberliyor, N ailinin şiilerini okuyorlar! Üniversitede de edebiyat tarihi, tabiî daha etraflı ola»ak bu usulle okutulmalı ve Edebiyat fakültesi, ölü bilgiler veren bir yer olmaktan çıkıp hayatileşmelidir. Divan edebiyatı, artık bir bilg^i ve ihtisas işidir. Şu halde bütün teşkilâtiyle kurulacak bir di van edebiyatı enstitüsü, çalışmag^a başlamalı, yukarı da yapılmasını dilediğimiz beyit ve mısra antolojile rini, şiir müntehabatını yapmalı, metinleri incelemeli, bilhassa şairlerimizi, İran şairleriyle karşılaştırmalıdır. Bir kere daha söyliyeyim î İnkâra ne lüzum var, ne de ınccal; divan edebiyatı, kopya bir edebiyattır. Şu halde bütün şairleri, İran şairleriyle karşılaştırmak, bunlardaki şiir malzemesini ve düşünce bünyesini usulleriyle bulmak, şayet yerlileri varsa meydana çı karmak lâzımdır. «Nel'î, Enverî tesiri altındadır, Mcsnevî’nin tesiri uzun sürmüştür, Mevlâna, Muhiddini Arabî mesleğinin şiirini yapmış ve yaymıştır» gibi sözden ibaret, müphem ve bazan da birbirine tamamiyle aykırı ve zıt olan Muhiddin’le Mevlâna'yı uz laştıracak derecede mucizcli, hasılı sudan, yahut yanlış hükümlerin zamanı geçmiştir arlık. Söz değil, madde istiyoruz, işte bize bu maddeyi, böyle bir enstitü imal edebilir. Divan şairleri, halk şairlerine tesir etmiştir, zaman zaman divan edebiyatında halk 129 tesirleri seziyoruz. Bütün bunları müşahhas bir halde belirtmek, bu enstitünün vazifelerindendir. Doha çok işi vardır bu enstitünün. Müsbet düşünceyle ne işler g^örmez ? Bu yüzden, bu müstakil enstitüye isteğiyle ayrılan talebe, liselere muallim olmamalı, aradan çıkanlar, orada kalmalı ve kendilerini bu bilg^iye ver meli, yarının ihtisas sahipleri olmalıdır. Hasılı divan edebiyatı, yaşayışiyle nasıl tarihe ■nal olduysa okunuşuyla da artık tarihe devredilme lidir. Bir bilgi ve ihtisas mevzuu olan divan edebi yatını, bu biİ£fide ihtisas yapanlara ve yapacaklara bırakmanın zamanı çoktan gelmiştir. X V III H a l k edebiyatı MofOİ islilâsiylc Selçuk im p n r n l o r lu ^ u yıkılmıştt. AnndoluMa yer yer beylikler kııruUiyor, yi ni bir sa ray hayatı başlıyor, sarayları, yeniden üslün bir züm re çcrçcvdiyoırJu, Eski unsıırl;ırla yerli ıınsuri;\rıtı bir leşmesinden canlanmıya bavlıyan bn yeni medeniye tin temeli de Iran vc orta Asyada kurulan ümmet medeniyetiydi. Çok önce bu medeniyete dayana rak millî — beşerî bir ruhla meydana jrelen Iran şiiri en büyük şairlerini yetiştirmiş, en mühim eserlerini vermiş, orta Asyadnki Türk devletleriyle Anadolu Selçukluların dillerine bile tesir etmişti. AnatloluMa Selçuk rlevrinde resmî dil Farsçaydı. Okur yazarlar, Farsça biliyorlar, Iran şairlerini okuyorlar, onlardan zevk alıyorlardı. Fakat bu k ü l t ü r ü benimsemiş olnn saray yıkılmıştı. Yerine kurulan saraylardaki hüküm darlar, Farsça de g iI, Farsçayla karışık Türkçcyi bile lâyikiyle anlıyamıyorlardı. Germiyan beg^ini A hpnim dcvletlri sultanım akıbetin hâıjır ola Yediğin bal ile t/oğıırl gezdiğin t/cr çayır ola beytiyle öğen halk şairini bey, pek beg-enmiş, Şeyhî’nin kasidelerinden bir şey anlnmndıgını açıkça söy lemişti. Karaman beyi Mehmet beyin, türkçcyi resmî dil yapmasındaki amil, tevehhüm edilen millî j^ayret- 131 ten ziyade meydanda olan bu hakikî zaruretti. Fakat eskiden beri medreseden feyiz alan ve iskolaslik l)ilgilerlc yoğrulmuş, Iran şiiriyle beslenmiş bulunan âlim zümre, yeni saraylarda yer alırken halka inemiyor lar, maddeten yükselenlere, kendi zevklerini aşılıyor* lardj. Bey/adelerle şehzadeler, yine medreseden yeti şiyorlar, yine eski küllür diriliyordu. Yalnız aradaki bocalama zamanı, şiirde Farsçanın yerine Türkçeyi jrclirmişti. Bu sefer'şair, dokuda olduğu g-ibi yalnız «Şehntımc' yi örnek edinmiyordu. Firdevsi’den beri yetişen bütün Iran şairlerinin divanlariyle Çağatay sahasında meydana g^elen Türkçe divan şiiri, yeni şairin g-ö/ünün önündeydi. Hele yazddıgı tarihten beri oün geçtikçe şöhret ve ehemmiyeti artan ve tasavvufî edebiyatın bir kuranı olan «Mesnevi* nin tc“ şirinden kurtulmak pek güçtü. Bu suretle batı Türk* çesiylc meydana ^elen divan edebiyatının aslî unsur ları, yine Iran şiirinin mecazları ve mezmunlanydı. Hunlıırin bcrab-r Mesnevi tesiriyle tasavvuf da bir şi ir unsuru oldu. Bu mecazlarla mazmunlar ve bunlara verilen tasavvuf! mânalar, derhal kalıplaştı. Aslî un surlarla beraber pek tâli olaıak yerli örf ve âdetler* den meydana gelen mecaz ve mazmunlar da şiire ka* rışlı. İşte batıdaki divan edebiyatı böyle kuruldu. Bu çağlarda henüz halkla münevver, knt’i olarak ayrılmamış bulunduğundan halkın şiiriyle münevverin şiiri de kat’ i bir surette ayrı değildir. Halk edebi yatının en açık vasfı, hece vezninin kullanılmasıdır. Netek im aruz da divan edebiyatının veznidir. İlk 132 şairlerde, bu iUi veznin de kııll:ınıldij;;r,ı *;öt iiyorıız. Fakat bu ayrılık, henüz lalıakkuk elmcmeklr. f)cr;ıl;er başlamıştır da. Meselâ zamanının bütün bil^ilcıini iyi den iyiye bilen, Mcsncvi'yi okuduğu, Mcvlâna ile görüş\ügü, onun «Scfannxar^ ını alnı.^kla (’)vünd\igü kat’i surette anlaşılan, Sadi’nin bir j^azelit»i naznıcn Türkçr.ye çeviren, mesnevi tarzında biı liralr yazan Yunus Emre'nin şimdiye kadar l'arsça biı şiirine rnslamadık. Mevlâna’nın Belih Türkçesir.i Anadolu halkı aniiyamazdı. Fakat Yunus’un anadili, Vjnlı O ^uz Türkçesiydi. O da Mevlâna jjibi yclml'ö iki mille!i bir jförmektedir. O da şeriat ve mezhep kayıt la) mm üs tündedir. Bu müsamahalı felsefeyi, bu ^;cniş ve it'sanî inanışı yaymakta, bütün insanları, İnsanî biı scvjjiyle sevdig-i ve bir g-ördü^ü için halktan ayrılnıamîıkta, halktan aldığı duyg-ul an,halka halk diliyle vc iıalk vez niyle sunmaktadır. Halbuki altı ay padişahlık eden bir babanın oğlü olan ve Kırşehvinde adcIa bir sultan j»-ibi yaşıyan Aşık Paşa, ayni felsefeyi yapmıya çalışırken hiç bir. vakit Yunus g-ibi şeriat kayıtlarını kıramıyor, ina nıp ulaştığı şeyi istihfaf edemiyor, daha doğrusu henüz ulaşmıya çalışıyor ve halktan ziyade münevver züm reye hitap ediyor, heccyi kullanmakla beraber Mcsnevî’nin tesiri altında kalarak yazdığı koca «Garibname» dc aruz veznini tercih ediyordu. Görülüyor ki halkla kaynaşan demiyeceğim, halktan henüz tamamiyle ayrılamıyan münevver, ayrılmıya hazırlanmaktadır vc hece ile beraber kullanılan aruz, yavaş yavaş kendisine ayrı bir saha hazırlamaktadır. On dördüncü asırda bu ayrılık tamamlandı. Gûlşehrî, <Attar» ın ^ Mantı- 133 kuttayı» ını esas tutarak onun gfibi, fakat ondan tamarniylc nyn, lürkçc bir «Mnntıkuttayr» yazdı. Şeyhî, Hafız'dan ve diğer Iran şairlerinden mazmunlar ala rak, ba/.an da adeta tercümeler yaparak bir divan tertip etti, bir Iran şairi gibi Husrev ü Şirin» yazdı, d ıjc r İınn şairinden «Harnnme» sinin mevzuunu aldı vc .Şcylıuşşuara' oldu! On beşinci asırda Şeyh Blvanı Şirazi, Mahmudı Şebüsterî’nin «Gülşeni Raz» ını nazmen Türkçeye çevirdi. Necati, Iran edebiyatından ay nen intikal eden mazmunlara yerli mızmunlar da ilâve ederek * Hnsrevi Rum» lakabmı kazandı. Bu asırda doğud.ı yetişen Alişir Nevaî’nin açtığı Ç ijır , on al tıncı asııda Azeri sahasında Füzûli gibi kudretli bir mümessil buldu. Ayni asırda Bâki, Türkçcde gazel tar zını tam olarak kurdu. On yedinci asıida Nef’i, on se kizinci asırda Nabi, Nedim ve Galip gibi teferrüt eden şairler yetişti. Bu suretle işittikçe halktan ayıılan ve Şeyhî’den ilib.ıren tamamiyle ayrı bir dil, münevver lerin konuştukları, konuşmoga çabaladıkları düzme bir dil kullanan, devir devir İran şairlerini taklitten bir türlü knriulannyan, yüzde doksan yağma mazmunları tekrar livan, belki yüzde on da yerli ve bilhassa ala sözlerivic yine nninevverlerin örf ve âdetleıİnden meydana gelen mazmunları işleyip bu esas mayaya katan kopya bir edebiyat, sürüklendi durdu. Heceyi, yalnız son zamanlara kadar sofi divan şairlerinde aruzla beraber görüyoruz. Bu da sofilerin, halka hi tap edecek kadar halkçı olmaları vc bundan üstün olarak da Yunus tesiri altında kalınalariyle izah edilir. On dördüncü asırda Macı Bayram, on beşinci aauda 134 Eşrcfog^Iu, on altincı asırda Dııakinzarle Alımct î’ cy ve Usulî, on yedinci asırda Niyazi jjibi sofi şr.iricr, arada bir heceyi kullanmışlar, hiçbir vakit bu vezni «nutmamı.'şlar, hntla bu vezinde daha fazla muvaffak olmuşlardır. Halbuki asıl divan edebiyatında Şcyhî’den Nedim’e kadar hcce yoktur. Nedim’in heceylc yf’Zdığ^ı tek ş: rkısı da, münevver zümredeki halkçılıktan ziyade o asırdaki g^ezintilerde daima duyulan halk türkülerine özcnmeyi ve Nedim’deki serbestlig^i gös terir. Gazel ve şarkılarında daima Nedim yolunda jriden ve ona birçok nazireler yazan Şeyh Gnlip’te hiç de böyle birşey yoktur. On dokuzuncu asırdaki heceyle yazılmış şiirlerse Nedim’i taklitten ve yine türküye özenmeden başka bir şeyle i/.ah edilemez. Tanzimatta halkçı bir ccniynn tasavvur clınck, hayalden başka birşey deg^ildir, l iasılı hecenin halkçı bir tezahür şeklinde deg^il de sadece aruz düşmr.nlıg-ı hıziylc ve millî vezin olarak ortaya ahimnsı. dünkü bir vakıadır. On dördüncü asırda tam olarak düzme bir dil ve bu dille kopya bir divan edebiyalı meydana j;eldi. Fakat o asırdan itibaren halk, dilsiz kalmndı. Onların da duygularını sazla, sözle söyleyen şairleri vardı, üu şairler içinde ta on üçüncü asırdan itibaren unutulmıyan ve gfün jreçtikç yenileşen, bilj;isiyle hiçbir vakit halk şairi olmadığı halde halkı da ih mal etmlycn beşerî duyjî'iiHuylo ve öz diliyle halkın şairi olan YunusMa bütün Anadolu’nun, bütün aşiret lerle köylüleiin duygularını taşıdığından bir yere 135 ınul olmayıp ülkeye yayılım Kai ac.ao^lai), niljnycl bir zümre şairi olduğu lıalde yine beşerî duyg^usuyla o zümreyi inşan Pir Sultan Abdal, divan şniılcrinin en büyüklerinden dahıı mükemmel şairlerdir dersek bu sözümüzde hiç de mübalâğa yoktur. Divan şairleri, halk şairlerinin adlarmı bile an mazlar. Yalnız son asırlarda bazıları, halk şairir.den, hatla Yunus’tan münasebet düştüğü için aşağılaya rak baiısetmiştir. Fakat halk şairleri, ^âh aşiretlerde, gâh köylerde, gâh gezip dol>»şarak, gâh oturup yer leşerek, bazan orduda, bazen Cezayir yalılarında halkın ve devletin bütün defleriyle dertlenmişler, bir kalenin düjşmeaine en içten onlar ağlamışlar, bir savaşı en güzel onlar anlatmışlar, Tuna'nın sesini en samimi onlar duyurmuşlar, bir bozgunu en d o ğ ru onlar duymuşlar, zamanı en kuvvetli onlar iğnelemişler, kötüye en seıkeş onlar isyan etmişler dir. Meselâ Damat İbrahim Paşa’nın felâketini bile Nedim duymamıştır da yine onlardan biri duymuş, bu acı vak’ayı, İbrahim Paşa’nın ağzından düzdüğü bir destanla tesbit ptmiş, bu veziri halkın sevdiğini anlatmıştır. I^adi Nedim, bu felâkette öldü, yahut akhnı kaçırdı, bir müddet sonra da hayata gözlerini yumdu, onun için birşey yazamadı diyelim; o dev rin başka bir şairi yokmuydu V Seyyit Vehbi’nin «Vekâletname» sinde adı geçen şairlerin hepsi bir den mi ölmüştü yoksa ? Halk şairleri içinde yer depremlerine, yangınlara, züğürtlüğe, pireye, baskına dair destan düzenler de 136 vardır. Halbuki Anadolu’da «Anadolu’nun salcını, Islanburun yang-ını» diye bir alalar süzü almış yü rümüşken koca divan edebiyatında bir yangın bile yoktur, için için yanar bu edebiyat mı diyeceksiniz? Halk edebiyatında divan edebiyatının tesiri yok dcgfildir. Divan kıllşcleri, halk edebiyatına da j^irmiştir. Hattâ halk şairi, mânasını tam bilmeden aldıJı bir kılişenin ncrde kullanılacağını bilir, fakat kul lanırken meselâ «Badı saba yeli> deyiverir; halkın cAy mehtabı, Lcylcikadir jfccesi> dedig:î g^ibi. Aruza özenip bazan bu vezni, tabii pek acemice kullanan ları da vardır. Fakat okuma yazma bilmiyen, yahut pek az bilen, şair ruhuna mâlik olup kendisini, mün teşir terbiyeyle yetiştiren bazıları, mümkün olduğu kadar bu tesirden kurtulmuşlardır ki en ziyade mu vaffak olan halk şairleri de bu zümredendir. Halk edebiyatında divan mecazlariyle beraber halk mecazları da vardır. Bu edebiyat da mecazlar saltana tından tamamiyle kurtulmuş, tabiatı ve duyguyu, olduğu gibi göstermiş değildir. Fakat şıv muhakkak ki divan edebiyatı gibi bu saltanata esir olmamıştır, iç timai bakımdan divan edebiyatiyle mukayese edersek çok yüksektir. Halk edebiyatında da, ortaçağ zihni yeti ve idealizm vardır, Fakat divan edebiyatına nisbetle realiteye çok, pek çok uygundur. Halk şa irinin sevdiği kızı gözlerimizle seçebilir, bahsettiği yaylayı ayaklarımızın altına serebiliriz. Bu edebiyatın köyü köydür, dağı dağ. Pınarı, ırmağı, hakiki pı- 137 narriır, lınkilci ırmak. Scv^îsi, jîayjjısı ; cnnflan kopî»r »övmesi, InvltTinası içlen jjclir. Zevk ve tlııyptı l>nkımuıcîan da divan edebiyatından aşa^ı değildir. Hele ifadesi tamamiyle candandır ve canlıdır. Bir şiiri, bir divan dcger Yunus’tan örnek vrrmiycccjim, yalnız laklidî ahenk hususunda Nedim’in aklıma ^elcn ş\ı beyitini yazıyorum: Pür etti kûçeifi sıtft~î feşâfiş-î rlârnân Erişti zirvf’-‘i nnhîde çın çın-ı haîhâl Feşafiş> kelimesiyle bir eteg:in çıkardığı sesi dvıyuyoruî;. Mallıaİdnn, yani ayağa fakılan b ilo ik lrn çıkan ses, çınçın mı eder? Çınçınlı hamnm, Pınpınlı hamam, bir jjelin aldım, babası im a m l.. Bu, saatin bilmecesi dir. Her neyse, yalnız <^ruz, kelimelerin dizilişi ve bir a? değil bir hayli de okunuş kudreti, bize bu beyti sevdirebilir, şairin »etek fışırtısının ünü, sokağı doldurdu, ayağa takılan bileziklerin çınçını da ta zührenin üst ucuna vardı» dediğini düşünmeyiz bile, aklımızda yalnız elek fışırtısı ve halhal sesleri vardır. Takat birde Yunus’un şu gfüzelim beytini okuyalım: K arlı dağların başında salkım saklım olan hahıt Saçın çözün benim için yaşın yaşın ağlar mtsın Ne dersiniz? Bu beyitteki teşhis, bu beyitteki tasvir, bu beyitlcki içlilik ve bu beyitte tekrirden, mcydann jjelcn ahenk hakkında ne dersiniz? İşte bu, böyledir. 138 H a l k eclebiyalının ruhu sanıiıntiklir. '1 rnuıntiyle hal" ka luftl olan v c k im in oUiu^nı bilin ın iy c n .svj lüık üy c bakın I Bulut gelir sekiz pare Dördü hey az dördü kare. Selâm söyle nazlı yare Bulut yayıl dağ üslüıte Bulut alla/ıı seversen inm e bir tanem üstüne Bulut gelir koşa koşa K arlı dağlar aşa aşa Yar ile baş koşa koşa Bulut yayıl dağ üstüne Bulut allahı seversen İnme bir tanem üstüne Sevgilisini buiultan bile kıskanmada, bululun bile inciteccğ^ini düşünmede. Hulk şairi gurbete düşer, sıluiunı arzular ; arada dağlnr vardır. Scvf^üisi ^ider. Kendi kain*; arnHinı dağlar ayırır. Yola çıkar, dumanlı dug^lar yol vcrnıe^ı:. Yürüyüp {gitmek ister, karlı dag:lar bel vermez. «Bu derde dağ; oba dayanmaz.» dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur» ama çok koç yig-itler de dağ;da, belde, karda, kışta can verir giderler. Yolsuz ülkede kalk şairi, pek tabii olarak yazın çiçeklerle bezenen 139 ve yârine yol olan, kışm dum nnianıp pusiflnan, kar lar altında yolu, izi belli olmayan dag-lardan bahse decektir. Karacrvog-lan, bakın, dağları kendisine ne kadar yakın g-Örmede, onlî.rla nasıl konuşmada: Çukurova bayramlığın ^iyerkerı ÇtpIakhğtrı üzerinden soyarken Şubat ayı kış yelini kovarken Cennet demek sana yakışır dağlar Ağacınız yapraklarla donanır Taşlarınız hak birliğe inanır Hep çiçekler bağrımızda gönenir Pınarınız çağlar ukıştr dağlar Rüzgâr eser dallarınız atışır Kuşlarınız birbiriyU ötüşür Ören yer lor bu bayramdan pek üşür Sümbül niçin yaslı bakışır dağlar Karac oğlan size bakar s'^vinir St’vinirken kalbi yanar göyünür K ım ıldanır hep dertlerim dem'nir Vas ile sevincim yakışır dağlar Âşık adlı bir lınik şairiyse Ulu ulu kervan geçmiş Yollar gibi iniler i m Karlı karlı dağlar aşan Srllot ^ibi inilrrim Yücesinde er haykırmaz Sığın geyiği boğGrmez Kuş uçmaz kervan yürümez Dağlar gibi inilerirn 140 dörtlükleriyle kenarları ^arp dağ;larlu kaplı upuzun yollarda, }|[^cçip g-ıden ulu kervanlorın hain nksctmekte olan iniltilerini duyurmada, ku.^ uçmaz, kervan îfeçmc2 yüce dağlarla o dağ^lfinn heybetli iniltisini kendi iniltisine benzetmededir. Halk edebiyatında dağ^lardan pek çok bahs edilir ve bu şiirlerin hepsi de birbirinden j;^üzeldir. Bakın, şair, bu zalim dağ^lara ittclcnirken bile ne ^^üzel ve ne tabiî ilenmede, ile* nirken dönüp sevgilisini orandan, kıştan saklamaları için nasıl yalvarmada, sonra sevgili ile arasını onlar ayırdığından yine naSıl beddua clmcde î Vûce dağlar ne kararıp pusarsın Aştı derler nazlı yari başından Oturmuş derdime dert mi katarsın Alem sete gitti gözüm ıjaşından Balta değsin ormanların kurusun Gazel olsun yaprakların çürüsün Top top olsun geyiklerin yürüsün Avcıların avın alsın peşinden Sarp kayalarını taşçılar dtdsin Tomurcuk güllerin yad cUcr dersin Yarin emaneti var senin olsun Sakla dağlar horanından kışından Fenasın da Karac'oğlan fenasın O d düşe de döne döne yanasın Yüce dağlar sen de hana dönesin Ayrılasın yareninden eşinden Dag^lara hitap eden halk şiirlerinde bir şey daha dikkat ettim : Şair, dag^hır dediği halde onlara sen diyor, hitaplarında hep ınüfret sig^ası kullanıyor. Çünkü onca bütün dağlar birdir, bütün dağların derdi bir. 1-11 D iv a n edebiyatında jfö^cJen bnhs cdiliıken aku hatırlanır, ahu dendi mi tu Hıla ve Huten’c îridilir. Fakat halk edebiyatının S’cyiği hakikî geyiktir. H*tayi, kendisinden knçnn bir ^eyik yavrnsıınn avcı olmadıkını ne giizci söylemede, ona ne ho.ş Intlı d il ler dökmede, «g-eyik erenler» diyerek tnkdis ettiftî ın u lin k varlıj^ı, vnliçi b ir hayvnn<ia bile nnsıl ^röntıcffe^ içmişin} bir dohı olnıtıştım ayık Düşmüştîm dağlara olmuşum oerjik Sana derim sana sürmr’li Kaçma bend<^n kaçma avcı delilim . Avct delilim ki düşcm izine Kaça kaça kanlar indi dizinr ■Sürm?ler m i çektin kömür gözünt' Kaçma benden kaçma arjcr değilim. Sana derim sana ^nyik erenler Bize sevda sana dalga v^rcnhr Dilerim mevlâdan onmaz 7/nranlar Kaçma benden kaçma aru ı d ğilim Aı/dtr Şah HaiayVm uçan kaçandan Zt'rrccc korkmazız bu taflı candan Gidip dâvaç olma atana benden Kaçma benden kaçma avcı değilim. Bu şiirdeki «keyik crenler> sözündeki içlilik, bn sözdeki İlâhi sonu ne üstün, ne derin birşey. Dadaloglu’nun şu parçaigı, göçebe ya^syışmı *c hoş anlatır, yerleşme emrine ne efece kafa tutar.. 142 Kalktı göç eyledi A v şar illeri A ğır ağır giden iller bizimdir Arap allar yakın eyler ırağı Yüce dağdan aşan yollar bizimdir. Belimizde kılıcım ız kirm anı Taşı deler mızrağımın temreni Hakkım ızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir, Dadaloğlu yarın kavga kundur Öter tüfek duvulhazlar dövülür Nice koç yiğitler yere serilir Ölen ölür kalan sağlar bizimdir Pir Sultan Abdal, uğ;raclıgj bozgunu ve düşlüğ^ü hali bakın, nasıl anlatıyor: Bu yıl bu dağlarv\ karı erimez Eser bâdı saba y l bozuk bozuk Türkmen kalkıp yaylasına yürümez Yıkılmış aşiret il bozuk bozuk K ızılırm ak gibi çağladım aktım E l vurdum göğsümün bendini yıktım G ül yüzlü ceranın bağına çıktım G irdim ba/ıçesinf.' gül bozuk bozuk Elim tutmaz güllerimi dermeye D ilim tutmaz hasta halin sormaya Dört cevabın m ânasını vermeye Sazım düzen tutmaz tel bozuk bozuk 143 Pir sultanım t/aratıldtm kal dcyü Zalim paşa olinden mi öl dcifü Doktum hcni ısmarladı gel deyü Gidrc.eğim amn rjnl hoznk bozuk Yine aynı şaiirin <u tavsifine bnUın: ^ögf’ruhrn bostan olursam ^11 halkın diline destan oltırsam Kara toprak si'nden Cisiün olursam Ben de Im ıjayladan şaha giderim Do^t rlinden doht içmiş deMıjim Osh'i kan köpüklü rneşf^ seliyim Hfn hir ynl ajrhıyum yol sefiliyim Ben de ha ıjoıjladan şaha giderim Şu iki (lörlUi^lin ilkindeki «kara toprnk senden üstün olıırsnm^ Hitnbiyle İkincisindeki «üstü kan köpüklü meşe seliyim» tavsifi, acnba Iıonjji divan şai rine nasip oinniîjlur? Bana gül diyorlar neme güleyim A ğlam ak şanrma düştü neyleyin h in gülü açmış al ile yeşil he.nim güllerim sojda neyleyim dörllügiylc başlıyan b'r şiirinde Gök ekin misali âdem A nı eken biçer bir gün 144 diyerek ölümü Aynı ;şiirdcki ne küdrelli bir diMe anlatmaktadır. Ağaçlarda yeşil yaprak İHistıjfimız kara toprak Yer altında kefen yırtm ak Başımızdan geçer bir gün Pir Sultan’ım döşümüzde Uzak değil karşımızda Baykuş mezar taşımızda Dertli derili öter bir gün Dörtlüklerinde realiteye nekndar sadıktır. Seyiani de aynı tarzda yazdığı bir şiirde ölümü, öyle bir anlatır ki insan okurken titrer adeta: Can ipini ten yününden Saran kirm an ular bir gün Sulu yalçınlar önünden Açılan gül solar bir gün Gül dalında diken yarar Diken güle vermez zarar Türap saçın baştan tarar Saçaklarını yolar bir gün Dünya olur bir gün harap Ne bülbül kalır ne gurap Rızka sebep olan iürap Gözlerine dolar bir gün 145 Kudret koçunu koynuna Katmış seıjreder oynuna Ecel kolların boynuna Habersizce dolar bir gün Karacaoglan’ın şu şiirindçki sevgiyi, sevgideki içliliği ve doğruluğu, ayrılığı ve sevgiyi hatırlattığı için ayrılıg;a bile meftun oluşu, hangi divan şairi, bu derece duymuş ve anlatabilmiştir^ Nedendir de kömür gözlüm nedendir Şu geceki benim uyumadığım Çetin derler ayrılığın derdini A y rılık derdine dayamadığım Dostun bahçesine yad eller dolmuş G ülünü toplarken fid anın kırmış Şurda bir kötünün koynuna girmiş Şu benim sevmeye kıyamadığım Kömür gözlüm seni sevdim sakındım indim has bahçene güller takındım Bilmiyorum nerelerne dokundum liir belli haberin alamadığım Karac'oğlan der k i yandım da öldüm Her bir deliliği kendimde buldum Dolanıp/ da kavil yerine geldim K a v il yerlerinde bulamadığım Seyranı, o kudretli şair, D ivan iûleUiyAlı : İÜ 146 Sevdiğim delildin l>ntjlvc<> ezel Aşkımın bağına diişürdiin aaznl İbrişimden nazik •:nndrğtm ^mzcl Meğer pnlof nibî hıikitlmrz imiş diye sevjrigincicki lıiUranı aninhr, /4.s/nnrn rncAanr olmuş mcşrh r Ateşle Sı^yrani çiğl>'r pişrirr Elmaslı kndrJılrr hiUûr şişnler İçinde üüyı'imüş bir ak koğmıın dörHüJiylc scvg-ilisini över, Haddeden çekilmiş demir tel gibi Çek beni bağrına çal kara gözlüm diye yalvarırken Voli hakim dahi doğmuş anadan Kısmet toplamaya gezer er/ nadan B ir susaz derede bir fırtınadan Uğrayıp geçici selden sayılır der ve bu serkeş isyandan sonra Torunuyuz bir dedenin Tohumuyuz bir bedenin M ünkir ile cengad'^nin S ilâ h olsam bellerine, yahni İnsan dedikleri hep bir soy imiş Kudret ölçüsünde hep bir boy imiş 147 hükümlerini vererek, tamamiyle bu sözleri okurken Sadi’nin beşerileşir, insan, Benî-Ad>‘nı a îâ - y i yckdîgerend K i dv.r (îfirîniş zi yek gevharend bcyliııi lıalırlıyor. 1in nc kıulıcllirV Halk edebiyatının kınaması da pek samimidir, pek içtendir. Bozuk divancılar gibi sızıldamaz bu erler. Yine Seyranî, bahtına Nice defterlerden ismim sildirdin Gelmedi hiç senden ses kara bahtını Bahtın gemisinde yelken yok bildin Durma lodos ^ibi es kara bahtını Alem yıkıcıdır yoktur yapıcı K im i cellâd olmuş kim i kapıcı Ezel giymez idik mesti pabıcı Verdirdin çarığa m'.^s kara bahtım Ağır meclislerde sıkılmaz iken M'mgeneı/e versen bükülmez iken Seyranî aslana yıkılm az iken Dedirdin tilkiye bes kara bahtım sözleriyle hitap ederken ne kadar /ilozoflaşıyor. Karısı ölen Celâli Bnba^ tanrp^a nc kudretle çat makta, Mc ynınni) sipnri^lcrcJc bulıınnındn, nc ncı nâz* Icr söylemede, ne yollanacak hediyeler yollamada; 145 Ev bark etmek için trnll^ mcrc^i* Diizüj) koşmuş idim tc.pir'^ clr^i Şu kavdan^ yaptığın lecirteregi'' D iv an -1 bâriyp ıjadiy /ır ^Ötür Elinle ördüğün çöpür'' nğnu K âhan^ eylediğin kelem^ bağını Şu kahaV^ biçtiğin sap orağını A l ultı Tanrıya bor-güzar götür Yetim köyncğini^'^ diken iğneyi Her gün yal^^ verdiğin topal inpği Ayran topladığın şu ak ülcği'"^ Afahşar yığnağına sakla sar götür Uç kot^* arpa üç kot çavdar ekerdik Kesmik^^ ekmeğine hasret çekordik Namertlere ağı merde şekerdik Sözünü tekrar et iftihar götür tlc kısmet balsa bize pay taştı Yoklukla derdimiz deryayı aştı A çlıkla uğraşmak hayli savaştı Çektiğin mihnetten ah~u zar götür Yetim kalmış idin emzik tağında^' Gamla kardeş idin gençlik çağında B ir gül yeşertmedin gönül bağında Gönül yaraların beraber götür De kî kadir mevlâm bize ilişme Dünyada stzlıyan y a ra ^ deşme 149 Celâli Baba dan sorma söyleşme Bu dertli çobandan bir selâm götür Hnik edebiyatının nesri de, ne divan nesrine ben zer, ne Tan/.imat ve Serveti Fünun nesrine. En eski metin olarak X V inci asırda, bilmediğimiz bir sanat kâr larnfındatı to})Ianıuış olan Dede Korkul hikâye leri, ne güzel ve ne canlırhr : «Hanum lıey I Birjfün Kamdan o^lu Han Bayındır yerinden kalkmıştı. Şam» çadırını yer yüzüne diktirnııştı. Hanlar hanı Han Bayındır yılda bir kere toy'*’ eder, Oğ;uz beylerini konuklardı. Yine toy edip attan aygır, deveden buğ ra, koyımdaıı koç kırdırınıştı. Bir vere ak otak, bir yere kızıl otak, bir yı-re kara otak kurdurmuştu...,.» Şu cinnlclcıe hrıkm; bu cnnnn dil, divancıların elinde nasıl olnuii.: da o acayip hale j^elmi.ş? İnsan şa şıyor dn{rrusiı. Fnknt yine bir halk sanatkârı olan Evliya Çc.ii‘l)i, 1)11 dili lılç bo/.ıuaınışlır. Meselâ Eşkiya Kara HaydaroTriu'nun yaralı olarak tutuluşunu, ken disiyle iıukııku oldu^uıulan fid ip doluşarak hal hatır sorduğunu vc G irid’e }>.önderilınesinı padişahtan dile mesini söyleyince Kara Haydaroğlu’nun «Behey Evliya’ıu 1 Ölüm olduktan soma sı/lanyık ne boyuna bore oltı. c.'en bir can için minnet mi ederim» dedigfini, ütulnâzamıp mcclisire j^ölüıüldüğü vakit de veziri î\1ovlcvi külâhiyle görüp <•Dede Efendi, kurtog^hı kurl idim. Kişi aldığına j^öre satar, baba ve atasından ş;ördüğünü işler. Ellıükmü lillâh* elediğini anlattıktan ve vezirin, malların yerlerini ve kimlerde olduğunu sonlıi'^u zamanda hiç istifini bozmadan •150 söyliycmiyeceğini o tatlı diliyle anlatır. Sö/ü, Evliya Çelebi’ye bırakalım ; Koca Hayclaroğlu. «Sullonım, bunun sunli mahşerde olacaktır. Çıkası bir crtnım için bu kadar ibâdullâlıı ele verip ateşe yakıp onlarda olan ve bellerde medfun olan malları hiç deyemcm. Koca Vezir, g-ün akşamlıdır. Dün dog’dum, bu j:ün ölürüm. Hemen işini dedi. Sadnâznm, Nola, baş üstüne dedi ve Aseabaşıya, Varın, Parmakkapı’da salbedin diye ferman etti. Kara Haydrrzade’yi bir hıımmal bcyj;:iri üzerine bindirdiler. Alây-ı azîm ile beyj>^ir üzerinde iki yanına asinn jrjbi alay alay nigeran ola rak hakir dahi atıma süvar olup a^lıyaraktan beraber g-ittim. Oraya vardığında bog^azına ipi g^eçirip habl-i metinin ucunu kayd-u bend edip altından ha mal beyg:irîni çektiler. Beydir bâr-ı jrirandnn halâs olup Haydarzade teslîm-i ruh eyledi. Nice in’r.m ve ihsanlarını görüp birçok zamnn birlikle taam yedik Benim tarafımdan rnhmeUıll.'ihi aleyh.» (Ikdnm bas ması, C 2, S *178 - 479) Bü snde nesri, sofi moklupl.'inndn da buhıyonjz. Meselâ Ahmet Sarban, Ankarah Hüsameddin MükemmilV yazdığı mektupta diyor ki : «Ben sâlûsluk bilmezem, aşka riya katmazam. Aşka riya katan kâfirdir. Azizim şöyle buyurmuştur: Lokması kursa2;ımıza düşen yaradılmış, yabanda kalmıya. Gönlü, yaradan ululug-una erişe deyü buyurdul.ır. lîiz dahi deriz. Sizlerin de bu muhibbiniz iızerinde hak kınız çoktur... Ala daima yerine ogu\ kaldıgm iste mez mi? Erde buhül yok, buhülde er yok. Meğer Allah onarmamış ola...... Biz keşf-ü hnynlât bilme* 151 ziz. Bazarımız el elcedir. Ehlullalı halin söyleriz. Kâmil, çok mükemmel halin söyleriz, cemî yaratıl mışla bir kişinin hnlin söyleri/,.* l^te X V - XVII asır arasmtlaki halk nesri. X V inci asırda kaygusuz Abdal’ın «Dil'jfüŞa» yahut «Budala* nâme» adlı mensur risalesiylej diğer nesirleri de bun lar kadar gfüzel ve sadedir. Artık sözü bağlıyalım. Halk edebiyatımız hayli zeng^ındir ve rasgele, benim de bir kitabım olsun, yahut bu çığırda da adım geçsin diye değil de yoliyle, yordamiylc metinler aranır, bulunur, basıhr, incelenir, asır asır ayrılır ve o asırlardaki halk yaşayışiyle bağlanarak izah edilirse kim bilir daha neler meydana çıkar? Bu işi, bu işin üstadı olan Pertev Nailî Boratav, büyük bir ehliyetle başarmak tadır. Bize daha nice faydalı ve müabet eserler ve recektir. Bundan eminiz. Yalnız burada şunu da ilâve etmek lâzım: Halk edebiyatı zengindir, kudretlidir, şudur, budur. l'akal bugünün zihniyetiyle bizi doyuramnz. O n larda halkın elemlerini, sitemlerini, isteklerini, ümit sizliklerini, isyanlarını... Hattâ muhitini ve yaşayışını görüyor, buluyoruz. Fakat bütün bunlar, geçmişe aittir. Geçmişi, bugün yaşıyamayız. Halk edebiyatı da XIII üncü asırdan X IX uncu asra kadar yürümüş, devrini bitirmiş, geçmişe karışmış gitmiştir. Onları bugüne tatbik edemeyiz artık. Bugün sanatla cemiyeti birbirinden ayırmıya im kân yoktur. Sanatkâr, muayyen şartlar içinde gelişen cemiydin muayyen gelişme devrindeki duyuşlarını. 152 Sezişlerini, g-örüşlerini, ihtiras ve dileklerini, hasılı herşeyini tespit eden, bu suretle de geçmişi bug-üne bag-lıyan ve bug-ünü yarınn devreden kudretin mü messilidir. Sanat, heyec.ınlarmı cemiycUcn nhr. Cemi yetin ıhtiyncını, ruhunda duyaınk onu ileriye sîircn sanatkâr, zamanında g^eri fikirlerin lânetine uj^rnsa da gelcccgfc hâkim olmuş demektir. Şu da muhakkak tır ki kendisini bir zümreye veren, topluluğa taşamıyan, mânevi sınırları aşamıyari sanatkârı zaman, sa nat kndrosı^undan pek çabuk nlnr ve asırlar, lıudutsuz zamana g-Öre bir hiçtir. Kendisini topluluğa veren ve toplulug:un insan dileklerini söyliyen sanatkârın dili, bütün insanlıjjın dili demektir. Sanatkârın ihatası, ne kadar şümullü olursa zamana hâkimiydi o kadar kailleşir. I3u j^-ünün snnalkârı, bu jrünün halkından ve beşer tarihinin bu (rünündcn, uzak yaktn, yukarı aşağı, flıvar ve sınır tanımıyan buıründen ilham alan sanatkârdır. Övüne«ek g-ördüj^ümüz bu jrünün Türk şiirini ve nesrini yaratan buçünün sanatkârları için den, bütün insnnhg^ı kendisinde duyan, kendisini bütün in.'tanhg-a veren ve halk .*;aîri Oİrnadt^ı halde halkın diliyle halkın ruhuna Icrcüman olarak halkın şairi, halkın sanatkârı olan bir Yunus’un, bir Dede Korkut’un doğacağı muhakkaktır. Hatta belki de bu sanatkâr, doğmuştur da kendi kendisini imal etmek tedir. 153 NOT- Bn yazıdaki nıelinlerdf? gnçon bazı lügatler 1. ten: ıslaklık, 2, mcıck: cinm, 3. Icpîrî kıl, *^1. kav: çömlek yîipıincak çamur, 5. tecir terck: knpka* cak, 6. çöpür: yünün tarandıktan sonra kalan kaba ve köUı k\î^m\, 7. knhı\rv ctn^ek: svumck, nntîa7.lnmak, 8. kelem: lâhna, 9. Kabal ; ortak, yahut ücretle, g-ündeliklc, 10. köyn:îk: jrömlck, 11. yalî suyla karı şık kepek, \2. kiilck: tnhtarlan yag- kabı, 13. kot; fjir ölçü, 14. kesmik ekmedi: kılçıklı ve kabuklu buğ dayla saman knnşık ın\rlan yapılan ekmek, 15. lag^, tav: zaman, vakit, 16. toy : ziyafet. X IX Vezin ve Kafiye Aruzu serkeş bulanlara, gfeınini zapledeıniycnlere, daima mânayı bu vezne feda edenlere, yahut bu vezni manasız kullananlara sözüm yok. Bilenlere ve inananlara söylüyorum; aruz, hiç de sanıldığı kadar zor değilidir ve insan, bu vezni emrine ram etti mi bu vezinle konuşur da, o kadar munisledir ve o ka* dar kapı kuludur bu vezin! Zaten aruzun bu munisliği dej^il midir ki eski şa lilerimizin j^azcllerindc laf yığını beyitleri alabildi ğine çoğaltmıştır^^ Yine bu munislik yüründen <leğil mi, hiç de şair olmıyan nâzımlar yetişip duı muştur, öyle ki, insan, bir asırda yetişen bütün şairlerin adiarmı kabil değil ezberliyemez; yirmi, otuz senede ^eiip geçen şairlerden koskoca bir şuaıa tezkiresi meyda»a ^^elir I Eski nesilden hürmet elliğini bir zat anlattı, meşhur Hayret Efendi dermiş ki: ^Eskiden mekteplerde Tuhfc-i Vehbi okunurdu, çocuklar, bu manzum lûj^atı ezberlerler, bu suretle de vezne alı şırlar, tabiatı şiiriyesi olanlar şiir söylemiye başlarlar dı.» Çok doğru ve bu demektir ki aıuzu belleyip bu vezne alışan bu vezinle laf edebiliri Aruz bir sihirdir, bir ahenktir derler; değildir. Aruz yeknasaktır ve birteviye sürüp jjiden aynı ahenk insanı bıktırır, usandırır. Hatta eskiler, okuyan- 155 lan bu usançlan kurtarmak için bazan bir heceyi hazfedip «sckt-i melih» İcr yapmışlar, hikâyelerde «ra ya ba.<jka vc7.indcn gazeller katmışlar, »müstcznl» şeklini icat elmek zornnda kalmışlar; yeniler denen dünküler değil de evvelsi günküler de serbest na/mı kullanmışlar, bazı defa da bir manzumede ve/.tndcn vezne atlamışlardır. Aruz ahenginin saza tatbiki da evvelce yanlış olarak Türk musikisi, bu yakınlarda da nasılsa bazıları tarafından öz musikîmiz denen ölü musikiyi meydana j^etirmiştir. Bu musiki, ne kadar söz musikisiyse, aruz da o katlar söz vczni<lir. Zatrn Fisag-or’un, miraç ettiği zaman yıldızların rlönüşündcki ahenkten aldığı yahut da yine bu filozofun Kaknus denen kuşun çıkardığı seslere dikkat edip icat ettiği için ıllm-i edvar» denen vr eskilerce <Icğil. Irnnlıbrca da Yunan menşeli olduğu kabul edilen Şark mu sikisinin devirleri, durakları, aruz esasına jjörcdir, Onlar da birer cfail ve tefalidiı. Kaknus dedik, bu kuşu anlatmak icap eder: Esatir buyurur ve esatire inanan divan şairleri naklederler ki: Kaknus bir nevi kuştur, gagasında bir hayli delik var dır. Dünyada tektir bu kuş. Öleceğini anladı mı çalı çırpı toplar, üstüne oturur, hazin hazin ötmeye ve kanatlarını şaiddetle çrpmaya başlar. Gajrasındaki de liklerden binlerce nağmeler çıkar. Nihayet kanatlarını çarparken bir kıvılcımdır çakar, çalı çırpı tutuşur, kuş da onlarla beraber yanar, kül olur. Külünden yeni bir Kaknus peydahlanır, ölümü öyledir bu kuşun, doğumu da böyle! Vezinden bahsediyorduk. Evel, aruzda insanı birden 156 aldutau, fakat dikkat edildi, yaluU aru/.Ia yazılını^? şiir ui'.adı jjJltidj mi adamı usandıran bir alıenk, birteviyo sürüp oiden bir vardır. Kelimeler, aruz kalıplarına sıgacnklır, :cıs{;ele bir hecc, bölü necektir. Uzun hecesi olmıyan dillimizin herhang^i bir açık hecesi, aruzun uzun heceli kalıbına rasindı nıı, yahut Far.sça veya Arapçrı bir kelimenin kısa hecesi aruzun uzun hecesine tesadüf elti mi çekilcccklir. Bu suretle dil, çekişlere ve ezintilere uğnyncak, he le Türkçe, tamamiyle acayip bir imle jjelec<;ktir. Türkçe, yalnız kısa hcceli kelimelerden meydana g-elme bir dil dejll, aynı 7.amanda kapalı ve .^çık hece lerden meydana ^reline bir dildir. Kapalı heceli r, aru zun uzun cüzüne, açık hecelrr kiiü cüzüne taslamam denktir. DoJJru; fakal, ya söyliyeceyım sözde de min d«<ii2:im ij-ibi açd; hecc, aıu/uıı u?.un cüzüne raslarsa zoraki <üknccgim; ya kiipalı hece, aruzun kısa eü/ünc raslarsa t) hececi allıyae>.gını, öyle miV «Yeterarlık - feilâtün, bıktık arlık • fâllâtüıı, arlık ye ter - Müblef’ilün.» Güzel. Faknl -artık bıklık^' sözünü fâilâtün’e nasıl uydurayım? -Arlı bıUlık* mı diyeyim? . Diyemem, şu halde söyleyemem» dilsiz kalırım. A na dolu kelimesini yine .-.ruzun bu cii/ünc sokmıya kalkılırsam «Aııadulî» j^ibi acayip bir ^ckle };ircr. ' <Bû şehr'i Sitaubûli-kt bîıuisl-ü bchûdıi '' mısraınuı ilk vc ikinci cüzünü «Mel'ûlü mcfrûlü»- cüzülerine uydu rabilmek için, «bu> kelimesiyle «bul» hecesini çe keceğim, çekmezsem vezne uymuz vc bu mısraı söy* liycmem. İstanbul da «Sitanbûl» .şekline g-triyor, bu da caba i İjjte uru:', dilimize bu kadar uymuîjtıu bi 157 •/im Y nni ? Yani hiç »lymnmışlır. Bn vezinle imnIcsiz şiir yazmnk için bir lıayli c>:ilmek vc üzülmek Itîrım. Amma diyeceksiniz ki sannt, bir cehil mah sulüdür. Dog;nı, (loj^nı fnkni cehdin sontmdn meydnnn j’clen eser, yine rlivnn e<!cbiyatmm 'rTtıtgny-lıı^ra» kuçM }i;fibi ayaklan başmda oimnmniı ! Buna ra/t ol dun, fikri feda eltin, kelimeleri ezdin, yahut çeklin mi alabildig;ine kolaydır. Tekrar edeyim, bn vezinle konuşulur'da, fakat sözler, nasıl ve ne çe.şil olur? Orasırn düşünmemek lâzım. Ya lı^rcc? Dilimize ^örf* şüplıe yok ki o, nruz<)/m çok <İMİıa Inbil. I'aknt f»ndn <1« nyn» kr)l;ıylık ve aynı birleviye jpdiş var. Hallâ bu yüzden de halk enirleri pek çok vc bu çokluk içinde değerlileri güç bulunuyor doğrusu. Zalen aruzla hecenin kardeş likleri de muhakkfk. Birisi krpalı \c açık heceyc da yanan iptidaî bir müzik; öbürü uzun hecesi olmıyan Türkçenin kısa hecelerine, hecelerin sayısına fnbi daha iptidai bîr müzik. Birindeki ahenk, uzun ve kısa hecelerin muayyen yerlerde birbirleri ardından jrelmesinden doğuyot, öbüründeki ,'>henk, muayyen -yerlerdeki duraklardan. Ve ikisi dc fikri bir kayıt altına alıyor. Kayılsız sanat olmaz denebilir. Faknt bu kayıt, önceden konmuş mnlûm bir kayıl olamaz. Onu sanatkâr ibda çimeli ve biz, o sanat eseriyle birleşmeliyiz, otuı varlığımızda, varlığımızı onda bul malıyız da ondan sonra derin bir dikkat neticesi olarak o kaydı âdeta keşfetmeliyiz. Sanatkâr, sannt kaydmı kendisi ibda eder, evvelce hazırlanmış kaydt 158 bağlasiirsa eaeri, muayyen sanat eseri olmaz. bir kalıba uyar ve hiç ide Kaliyc de vezin kadar bayag^ı bir ahenktir. Muay yen ıniHraların sonlurnultv nuı^yycn biv sc^ çıkncuk. Vc/nİM aheng-ine bu tla knlıldı mı bir ilade musikisi meydana g;elecek? Ne saf iddia, uzasm gitsin bir şiir de bakalım kafiyeden bıkılır mı, bıkdmaz mı? Ne den mesnevi tarzı icat edilmiş ve neden uzun hikâ yeler bu taızda yazılmış? Muayyen kafiyeye bağlı olan fikir, kafiye derdinden rasjjelc söz söylemez de ne yapar? ö y le kasideler vardır ki kafiyeyle redif birbi rine İliç bağlanamamıştır. Öyle beyitler vardır ki sırf bir kafiye hatırı için yazılmıştır. Meselâ şair şöyle bir beyit bulmuştur; N âz olur dem-bcst<* çt;;r.-î nîm-hûbından senîn Şcrmeder reng-î lebcsisü::t lal~ i ndbından senin Yanı »Naz, bcnin yarı uykulu gözlerini'jjörür de şaşırır, dudağımı yumar, biı>ey söyliyemez olur Tebes sümün rengi, halis ve berrak bir laale benziyen du dağıma bakar da utanır kalır.» Fena değil. Bugün bize yabancı amma divan eslelig^ince g-üzel bir beyit. Fa kat şair, hâb, nâb iselimeleıiııc kafiye bulmak zo rundadır. Sıralar'* nikâb, kilâb, şittıb caraehâb, intihâb. Derken kitab kafiyeli beyit şöyle zuhur edebilir nncuk : Zûh'tdû nıa*zûr lut cildinde. siKlct nar biraz Cılentin fehnı olunur Iıacm-ı kitabından senin 159 Yani '/..'»İlil, mazur tul. C»l<1in<lc (derinde) hirnz .ng;jrlık var. Knbnbjtn, kitabının hacmından ?<nlvnşılmnd n .' Pckt; bu sııtint mıdır dcmiyccc^im, I n î mıdır ? Zavnllı ş:ıir, ktinp kdlnıcsiylc bir knfiyc ynj’ip bir lx*yit yazabilmek için tııbıl cUdi, Kacmı, T^ibayet yine kiVnp miin:tsebeliyl(î softnyı ve knbob^ı bu beyle s(»kmnk mecburiyclin'le kalmış. Nnilî, âh, sOrâb... (f»lnn filnn derken bit de 'Tnbbah» kelimesini bulup g-üzel bir gnzclini beıbnl bir beyitle çig; çig; kokutmuşhır âdc(,n. V'iörlilüyor ya, <livan cdebiyatuıdn satle mecazlar sallanalı yok, bir de vezin saltanatı, biı;de knfiyc saltan.'ılı var. { lanjji padişaha kul olsun şair ? Divan edebiyatında, divan edebiyatına için için bir isynn vardır demiştik. Bu isynn, ve/nc ve kafi yeye karşıdır rla. Memen her şair, kasidelerde kafi yenin pek daraldıg-ından, artık sözü kesmek mecbu riyetinde bulundug-undan bahseder. Fakat nail üstnd şairler, vezne knrşı da isyan etmişlerdir. Mesela Meviâna na/armda vezin ve kafiye nedir ? Okuyalım : «Ben kafiye düşünürüm; sevg-ilım bana der ki î Yiızümden başka hiç bir«,ey düşünme I Ey benim ka fiye düşünenim, rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi pensin. I inrf ne oUıyor ki sen onu düşünesini Harf nedir ? Üzüm bağının çitten duvarı I Harfi, sesi, SÖ7.Ü birbirine vurup parçalıyayım da Seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım I Adem ’den bile gizlcdij^im sun, ey cihanın esrarı olan sevgili, sana sÖyliyeyim Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrail’in bile bilme diği gamı, Mesih'in bile dem vurmadığı, hatta lann* 160 nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye iiçmadıgı sırrı sana açayım.» (Mesnevi tercümesi, C. 1, beyit 1727— 1733). *Gül.^cn-i râi» »ahibi M«hmûd*ı Şcbiistcrî dc «Mâna, aruza, kafiyeye sığmaz. Mâna. Öyle bir knba sıg^ışmaz. Mânalar, asla harfe gfirmez. Engin deniz bir kab içine sıg^amaz ki» diyor. (Gül^en-i râz tercümesi, beyit 53— 54) Attar da ayni fikirdedir. Daha önce Senai’de de bu fikri buluyoruz. Ustadların hepsi, vezin ve kafiye kaydından şikâyetçi. Fakat vezinsiz ve kafiyesiz şiir ’ olabilir mi ? Onlar, bunu düşünmemişler. Mânanın, yani asıl şiirin vezne ve kafiyeye sıg;mıyaeağını biliyorlar da, vezinsiz, kafiyesiz, bir şiir yazamıyorlar. Bundan tabiî birşey de yok. Çünkü onlar, divan teknig;ine tabidirler. Bu teknik, şiirde vezin ve kafiyeyi esas tutmu^’, şiîri »‘ Kasd ile mevzuun ve mukaffa söz söyleme ktir> diye tarif etmiştir. Fakat bugün divan tekniği, onu kuranlar ve ona uyanlarla maziye karışıp gitmiştir. Bu bir hakikattir umma ne fayda ki ^öremiyenler göremiyorlar. Bizde hece, bundan önccki yazımda dediğini };ibi millî bir vezin olarak aruz düşmanlığıyle ortaya atıldı. Tanzimatçıların hecelemesi, şuurlu birşey değildi. O n lardan yalnız Anadolu’da fazluco gezen Ziya Paşa, koşma ve kayabaşı g^ibi halk şiirinin şekillerini duy muş, çocukken de lalasının himmetiyle Aş<k Garib’i okumuştu ama yine de Osmanlıca diye üç dilden meydana gelen bir dilin varlığına inanıyordu. 161 Hcccyi millî vezin tliyc kötü manzumelerle sunan Mehmet Emin, bu vezni o kadar berbat bir fekilfic kullanıyordu ki. Bu sırnlarda işe bir filozof karıştı. Hece vezniyle ve Farsça, Arapça kelime ve terkiplerle dolu şiirler yazmıya, adeta aruzla meydana g^etirdiği şiirleri bir kere de hece vezniyle karalamıya başla* dı. Tekke edebiyatına vakıf olan, Pir Sultan'ı Hatai’yi, Kul Himmet’i bilen bu filozof, heceyle yazdığı şiirlerde onların, yani halk edebiyatının tekniğini pürüzsüz olarak tatbik etti. Birden iş değişti, herkes heccnin aheng^ine hayran oldu. Divan kılişeleriylc Tanzimatın ^^etirdiği romantik görüş, halk edebiyatı tekniğindeki ahenkle karışınca ortaya meseU şöyle bir parça çıkıverdi : Reng-î hüzn emerdi ar/, u/^er, çemen Günün can çekişen solgun lebinden O akşam hcrşeyi pembe gördüm ben O yerin mehtabı gûl-gûndur sandım Filozofun ne derece, yahut da ne derecede şair olduğunu münakaşa edecek değiliz. Yalnız kendili, şairi, şöyle tarif ed iy or: Ş air tabiatın sihr-i hüsnüne Tutulmuş sayıklar bir divanedir Çılgın sevincinc derin hüznüne Suret vermek ister söz behanedir Bug^ün, böyle yalnız tabiatın g^üzelliğindeki büyüye tutulmuş sayıklayıp duran, kâinatın mevhum scvinciyle hüznüne suret vermiye çalışan divane bir D İ vao E d e b iy a tı : l 162 şaiirin g^ünü deg:ildtr. Fakat vaktiyle onun sazından nefesler bile dinlendi. Gâh Inkdir edildi, g^âh Arapça vc Farsça kelime ve terkipler yüzünden kmnndı. Fnkat o vakit münevverin bilmedig'i ve Mehmet Emin’in duymadıgfi hece aheng^ini o bildirdi vc duyurdu. İşte bu kadar. Bnikan harbiyle ilk dünya harbi, iHihadı anasırla cihadı mukaddesi nıug^lAp elmişli. I3u ınag-lObiyet, millî vezin taraftarlarını çoğalttı. Aruzla şark aultaularını övenler, on birli âşık larziylc vc yeniden yeniye işlenen yedi yedili ve dnhn bnşkn duraklı hece ve zinleriyle söylemeye başladılar. Üçler, beşler toplandı ve hece saltanatı, birdenbire kuruluverdi. Fakat ne gariptir ki birdenbire kurulan bu saltanat, pek az aSrdü vc yine birdenbire tarihe karıştı. XX Bugün Bug'ünün genç ve dinç sanatkârları, kelimelerin ve dilin ahengini bulmuşlar, şiirin söz söyleme san“ atı oldug;unu anlamışlar, hür bir eda ile vezin ve kafiye saltanatını yıkmışlardır. Onlar, ilhnınlnnnı lıakiknttan ve hakikiden alıyor lar. Şiirlerinde engin bir dünya görüşü, şaşma/, bir güzellik sevgisi, derin bir acıma ve esirgeme d u y gu9u, yenilmez bir yaşama aşkı, serbest bir neşe, insani bir mertlik ve pürüzsüz bir halk ifadesi var. Onların, dünyayı gÖren gözlerinde ülkemizin her yanını görüyoruz, ö y le şiirleri var ki sıcak somun ko kuyor. ö y le şiirleri var ki bize yag:mur<Ian sonra duydug^umuz toprak kokusunu duyuruyor. Edebiyatımız ruymını gördü; esneme, gerinme ve kalkıp hayata adım alma çağalarını geçirdi. Hayata onlarla giriyor, ileriye onlarla gidiyor. Bu hakikat sanatı ve hakiki sanatkârlar hakkın da yazncng-ıiıı şey bu kadar. Bıraknhnı, bu canlılık nasıl geldi, bu hayatı kimler getirdi, nasıl gelişti bu »anat ve nasıl olgunlaşıyor? Dunları onInr, kendileri tahlil etsinler vc yeni sanatm asıl yeni tenkitçileri de aralarından çıksın. XXI B ir a z da musikiye dair Islanlml Konscrvaluvaıınııı liiık (?) m u s i k i s i ko ns erini d in lerke n Aşkın, bir vurulmak okluğunu hem bilenlerdenim, hem duyonlardnn. Onun için bencc kulnktnn vurulmnkIn j^örcrek âşık olınnk nrnsMuln lıiçbir fark yoklur ; resmini g-örerek sevmekle, kendisini gförüp vurulmak ara^mda bir fark olmadığı g:ibi. Ve hepsi de insanı, hakiki hayattan alır, bîr masal âlemine sürükler. O âlemde bahar hayalîdir, kışın da açabilir. Kışı jjcrçek değildir, yazm da gelebilir. Kar yazın da yajav o âlemde, bülbül g-üzün de ö lc ı. Akaçları köksüzdür o âlemin, g:ülleri havada açar ve uçuşur. Yerine bas madan yürürsünüz, îfögü yerlere döşenmiştir. Nağme, elem, hicran, g-özyaşı... hatta infial ve kin; hatta vus lat ve firkat bile âşıkın kendi icadıdır ve kendi icat ettiği âlemde âşık, sevg-ilisinin yüzüne bakar da göz lerinin reng^ini g^örmez. Gö/.lerine dalar da yüzünün mânasını anlamaz. Fakat p^ünün birinde sevgilinin jrözünün rengini görürse, fakat zamanın bir anıntla sevgilinin yüzündeki mânayı anlarsa o anda ayağının altındaki yer kaymış, başının üstündeki gök uçmuş, o âlem yok olmuştur, işte, o an bu korkunç yoklukta başı dönen değilde, aklı başına gelen âşık, derhal sevgilinin boyunun bir parça kısa, vücudunun biraz hantal, yürüyüşünün çok kırıtkan, yüzünün pek ıırıt- 163 kan oUltıg:ıınıi; hnHa burnıırnın egricc, snçlnnnın asî bulıııultıj;j^ti()iı j^örınliş, nnintnışitr. Artık scvjj-i Ijilıniştir ve scvg-ilinin kusur deften, âşıkın önünde nçılmı?t>r. Pek az bir müddet sonrn aşk kine, hiddet ve nefrete rlöner. Kısa bir rnman j^onrnysn acımak ve mihimscmemck, aşkın son demlerini, ıınulnıny» teslim eder j^idcr, Ute ^^eçen nkş.'^m senin seıini dinlerken ben bun ları dit.ijiinüyordnm ncvfjili. Rir rnınnnlnr sesle ümitlerimin sesini duynr, hicranlarımın ag;layışını gö rür, elemlerimin coşuşıınıı sc7:er, bir romanlar o sesi benim sesim sanır, ruhumun ufuklarını sar:m o ahen gin, ruhumun derinlerinden, ta derinlerinden g;eld ijine inanırdım. Fakat îfeçen akşam, birden bir âlemin yıkıldığını jjörlerimle g^ördüm. Ne kadar deg^işmişim ben, g-eçen akşam anladım. Düşüncenin duyg'usu, günden güne iyiye, î^üzele ve fferçcg-e baj^lanış, doğruya İnanış, lek sör.le muhakemenin, şuu run. şuursuz, duyjruya zaferi, jsrüzellîğinin mağlu biyetiyle neticelendi sevg-ili. Senin sesinde insanın sarsılmaz imanı, senin sesinde insanlığın dileği yok. Sen, ne tabiahn sesisin, ne benim sesim. Gürleyen j^ökler, köpüren denizler, uğuldayan ormanlar; bağı ran, haykıran, kıvranan insanlar, senin sesini duymu yorlar bile. Matla durjjun ve mehtaplı bir denir.in çekişi, yıldı?,İl vc aysız bir j^ecenin daveti, sessiz bir ormanın içli sükûtu; bir insanın .sakin j^özyaşları, boynu bükük tevekkülü; jfözlerde parlayan neşe, du daklardan uçan »aadct, vakur bir eda, temkinli bir U6 duru^, yahut çapkın ve .^uh bir yürüyüş bile yok sende. Yere bir türlü inmiyorsun, fakat ^Ökte de değilsin- Sen ancak huzuru hümayunda, ynlıut bir tekke ayininde dinlenebilirsin; fakat tarihin sesi de değ^ilsin 3en. Sen, divan edebiyatının nağmeaisin; di vanemin ahengisin. Divan edebiyatında ne varsa sende var ve divan edebiyatında neler yoksa sende de yok. Taş kesilmiş yekpare bir deha olan Süleymaniyenin şiirini, senin nağ;mclevinde duymak iste yen, o insani dehanın şiirini Bâki’den duymak iste yen kadar biçaredir! Bütün tarih boyuncu sen, hiçbir vakit halkın sesi olaınadm, halktan yetişen dehaya nerden yükseleceksin ? Zaten halkı görmedin ki sen. Divan edebiyatı gİbi sarayda ve konaklardaki bucaIsında fısıldadın, çerag-an safalannda, mehtap y^ezintilerinde mırıldadın. Dimdik erlere değil, kırıtan d il berlere «Serv-i bülendim» dedin; elleri nasırlı, tunç yüzlülere değil, hanım elli g^üneş görmemiş çâr-cbrûlara <şâh>ı levendim» diye hitap ettin ve daima fırsat kaçırmadan hünkâra döndün, «şensin efendim» nağ mesinde karar kıldın. Hoş g^ör seyg^ili, belki nağmelerin gemiler g^eçmiyen bir ummanda çalınır, fakat orada da dinleye cek kimsecikler yok. Eğer nrada bir »enin nuğmelerini dudaklarıma alırsam emin ol ki bu, bir zaman sevilen ve sonra tcrkcdileuin adiyle biı miıddel i^crkesi çağırmamıza benzer, alışkanlık. Sinelerinden sız dığın aletlerle beraber boynun bi^küldü artık zavallı görünmeyen, görülmeden sevilen eski sevgili l Son Bir varnuş, bir yokmuş. Râviyârri ahbnr ve nâkilân-ı âsâr vc muhodcl»sân-ı Tf^y.jjâr şöyle rivayet v c böyle hikâyct ederler k» ; Vnklü znmnnîyle bir Hı* vnn ctiebiyni», bit cic tUvnn vnrmış. BunUr, bir dervişin verdiği bir elmadan mcydnna gelmişler. Birbirlerine o kadar benr.erlermişİji .bir eimnnm ya nsı o, yansı öbürü. GOn j^örmcz yerde yetişmiş bu şehzadeler. Pek nazik nâ/.istan çelebilermiş. Kuş \ıçmaz, kervan geçmez, yılan baraagını sijıtimez güllük, gülûstanlık yerlerde zumrüdüanka eti yemişler, kuş s«dü içmişler. Bir tek sevjçilileri varmış, görmede* âşık olmuşlar. Bir tek nağmeleri varmış, duyulmadan söylemişler. Pek bağdaşmış birbirine bu iki dilber. Ağlamışlar, gülmüşler, sararmışlar, solmuşlar, îğ*e ip lije dönmüşler. Derken günün bîrinde yineş dc|’muş> murat alıp murat veremeden erimiş gitmişleri Yarım asır önce Divan Edebiyatına Sâbir D İL B E R Şâirlerimizin yazdıkları gazellerin tasviri A y alnun ay yüzün güneş ay gaşlarun keman Ciyran gözün garışga halın kâkülün ilan A l mâ çinen çinende zenahdan derin guyu Kirpiklerün gamış dudağun bal ienün ketan Boynun surâhı bûy buhun bir ucâ çenâr Endâmun ağ gümüş yanagun gırmızı enâr H â lü n yüzünde buğda başundâ saçan gurâb Gah gah garibe gülmelisin hânnman - herâb H o p - hop - n â m e , S. 152 R e s i m , S 152 u in ilAveüidir, aynen ku p ya e d ilm i ş t ir . ilk şuurlu isyan; H o p - h o p - n â m e (ölünnü 1911)
© Copyright 2024 ExpyDoc