divan edebiyatı beyanındadır

ABDÜLBAKİ
g ö l p in a r l i
DİVAN EDEBİYATI
BEYANINDADIR
MARM ARA KITAHIİVI
İSTANBUL
t 94 S
Divan Edebiyatını yeni bir görüşle inceleyen bu
eserin teıtibi
İstanbulda
yapılm ış
M a rife t
ve
basılmıştır.
M A R M A R A B asıınevlnde
B asım evind e
1945
yılında
Hayat daimi bir oluştur ve yaşıyan,~her
an kendi kendisini imal etmektedir. Kaya
gibi yerinde duran, nabzı bile atmıyan,
kaynayıp taşmıyan, köpürüp coşrnıyan,
hayat ve hayatiyet eseri göstermiyenlere
şu kadarcık bir sözüm var : Siz, durduğu­
nuzu sanıyorsunuz ama zaman akıyor ve
siz de bu akışın içindesiniz.
Fuzulî der ki :
Âşiyân~ı murg-ı d il zülf~î perişanındadır
Kande olsam ey peri gönlüm sertin yânındantr
Işk derdiyle hoşam el çek ilâcım dan tabıb
K ılm a derman kim helâkım zehri dermânındadır
Çekme dâmen nâz edüp ûflâdelerden vehm k ıl
Göklere âçılmasun eller k i dâm ânındadır
Mest-i hâb'i nâz olup cem'ei dil-î sad-pâremi
Kim anın her pâresî bir nevk-i m üjgânındadtr
Gözlerim yâşın görüp şûr etme nefret kim bu nem
O l nemekdendir ki la*l*î şekker efşânındadır
Bcs ki hicrânındadır hâsiyyet-î kat'-ı hayât
O l hayât ehline hayrânam ki hicrânındadır
Ey F uzulî şcm*veş mutlak açılm az yanm adın
Tâblar kim sûnbâlünden rişte^î cântndadır
B e lk i güzel, fakat çevir
yaprağı artık!
bu
Baki de şöyle s a y ık la r:
Z ü lfü n î ğörsem izârın üzre ey vcch-ı cemîl
Sânuram zenci r şeklin bağlamıştır selsebîl
Secde-î hâk-î ser~ı kuyunla mâh-ı çârdeh
Çi/ıre-ı zerdin gnbâr-âlûde kılmış bir zelil
C ûm i- i ışkında yârın çcrh bir k ın d îld ir
Âftâb-ı âlem-efrûz âna bir rûşen fit il
Yollar etdî çihre-ı zerdinde seyl-î eşk ile
Çeşm-i giryan benzer ol sakkaaya kim eyler sebil
Muntazır olsa nala nerkis gubâr-ı râlıına
Tutyaya B âkııjâ muhioc olur çeşnı-î a lil
_ju yaprağı büsbütün çevir;
bu, sana hiç bir şey söyliyemez.
N ef ’î de
Hem kadeh hem bâJc hem bîr şûh sâkîdir gönül
E hl i ışkın hâsılı sâhib-mezâktdır gönül
Bir nefes dîdâr içün bin can fedâ etsem nola
Nîce demlerdir esîr-î iştiyakıdır gönül
D ildedir mihrin ko hâk olsun yolanda cân-u ten
Ben ölürsem âlenvt ma'nîde bakidir gönül
Zerredir amn^â ki tâb-ı â f t â b ı işk ile
Rüzgârın şemse-î tak-u ruv âk ıd ır gönül
Etse N ef'î nola ger gönüyle dâim bcznı i hâs
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sakidir gönüL
D e r. Bırakalım; hiç, ama hiç ayıl­
masın !
Nâilî merhum da
Hevâ-yı ışka uyup küy-ı yâre dek gideriz
Nesîm-'i subha refikiz belıâre dek gideriz
Pelâs-pâre-i rindî be dûş-u kâse be kef
Zekât ‘ 1 mey verilür bir diyâre dek gideriz
Virûp tezelzûl-ı MansûrU sâk-ı arşa temam
H u d â H u d â diyerek pây-ı dâre dek gideriz
Tarîkti fâk a d a hem kejş olup SenâVye
Cenâb ‘ 1 K ülfıani't lây^hâre dek gideriz
Felek düşerse kef-i NâilVye dâm ân ın
Seninle mahkeme-î G irdigâr’e dek gideriz
Derniş. Varsın gitsin; o bilin­
mez diyara, o gidilince gelinmiye
cek ülkeye gitsin de gelmesin!
Nedîm Efendi de
N â z olur dem -hesle ceşm-î nînı • kâbından senm
Şermeder reng'î tebessüm la'l-i nâhtndan senin
A çılar elbet ncsîm~î nevbehâr essün hele
Bend~î d il muhkem değil bend~ı nikâhından senin
Z â h id â m azur tut cildinde sıklet var biraz
Güzelin fehmolunur hacm-ı kitabından senin
Bezme bir dâh i donup gelmek değildi niyyetin
Gittiğin vakt anladım ömrüm şitâbından senin
Zülf-i pür-ç\ninle hem-dûş oldu cânâ kad çekûp
Sünbül^t hâb-ı tegâfül câmehâbından senin
Çeh değil sîb~î zenahdânında yer kalmış Nedîm
Zahm-ı engnşt-ı nigâh-ı intihâbından senin
D iy e söylenmiş, incelikler gös­
termiş. Göstermiş ama ne o âlem
kalmış, ne incelikleri!
İÜ
Şeyh Galib de şöyle demiş:
O bahr-i cezbede kim gönlüm ıztırâba gelür
Gü/ıer derûn-ı sadefien çıkup habâba gclür
Döner sahîfe-î Erjeng*e bâliş-î kıştım
Gehî ki cilve-i nazı hayâl-i hâba gelür
Safâ-yı nûr~ı sabûhı bulan sii/elı -mestin
Gözüne kâse-i horştd bir luırûbe gclür
Riyâz~ı reng-i cemâle gider bu hûn-ı sirişk
O rûhdan ki geçüp bûy-ı gül güldba gelür
Hat-î freng gibî zülf-ü cbruvan geç-ü meç
Ne anlanur rakain-ı mekri ne hisâba gelür
Edf^ple dûmen-i zülfün öpor gf'lüp bir bir
O fitneler ki »sc'/j-; /lüsnc intisaba gelür
V e hayaller kurmuş, yeryüzüne
bakmamış bile. Ama ne olmuş,
demeseydi, o hayalleri kurmasaydı âlemde ne eksiklik olurdu ki?
11
Biz dc bu tim kuUandıky bu dilden ve bu dillcy
anlıyanlara kötü şeyler yazmadık, işte o geveleme­
lerden bîr tanesi :
Kaametin gülşene bir neşı>e~i nıüzdâd gelir
G ül bu sahn-ı emele mest'ü s e r- âzâd gelir
Ney susar bülbül öter gonca gülümser yer yrr
Müjde-î fasl-t behtir eylemeye, bâd gelir
M edd'ü cezri elemin gamzene tesîr etmez
Bezm~i gamdan nigehin şâd gider şüd gelir
Zevk-ı hicranın ile öyle harâb oldu ki dil
Jfve-î dem-be demin âşıka h îd â d gelir
A şk gam -perveriyinı vaslına erseni lebime
D â k iy â nagme-i şâdı yine feryâd gtlir
Fakat ne çıktı bundan, biz
ne anladık, âlem ne anladı ?
Yeter, çevir bu yaprağı da, çe­
vir ve bir daha açma artık!
12
Hâlâ bu dili kullananlar varsa
kendileri söyiiyecekler,
kendileri
dinliyecekier, az bir zaman son­
ra susacaklar, bu gök kubbede
seslerinin aksi bile kalmıyacaktır.
Hâlâ bu yolda gezenler varsa
bu hayâl ikliminde yapayalnız ge­
zecekler, arkalarmdan gelen kim­
seyi de göremiyecekler, izleri bile
silinecektir.
Biz, bize gelelim şim di:
Giriş
Y ü zy ılla r önce :
Saadetlü padişah, ölmeden saraya ölümün ağırlığı
çöker. Baltacılar, ağır ağır gezinirlerkeh ayaklanma
seslerinden ürkerler. Enderun hademesi^ fısıltılarla ko“
nuşur; İç ağalan, dışarı çıkmağa korkarlar; cüceler,
biraz daha yere gömülürler; ak ağalu'in beyaz yüz­
leri biraz daha, sararır; harem ağalarının kuzg^uni
ratları ağarır; dilsizlerin gözleri, biraz daha küçülür,
işaretleri görülmez olur.
Haremde valde sultan, derin bir yastayken ha­
nını sultanlar, beşiklerin başlarında sessizce ağlarlar,
iakat,' çocukları kız olanlar yalnız üzülürler. Erkek
masumlar bile beşiklerinde huysuzluk etmez olurlar,
yalnız masum ve anlamaz güzlerle analarının yaşit
gözlerine dalarlar. Herkes, dışarda • ayak sesleri lozer, herkes korkudan nc yapacağını şaşırmış bir hale
gelir. Sahip devletin küçük, büyük bütün oğullan,
her an cellâtları beklerler, tertibini bozarak apteı
alırlar, rikatlannı şaşırarak namaz kılarlar, şımarıkhk*
lan derin bir sükût ile artık tamamiyle örtülür. En fazla
müteessir olması icap eden veliaht, en deçin bir
ümitle en engin bir korku arasında bocalarken ni­
hayet saadetlü padişah irtihali dari baka eder ve . . .
ertesi günü, dünkü korkak veliahtın emriyle beş, on,
onbeş; nekadarsa şehzadei civanbaht, şehadet dere­
cesine yücelir; beş, on, onbeş ; ne kadarsa şehzadenin
14
kayıllan görülür; küçüldü, büyüklü, irili, ufaklı ta­
butlar, babalarının . tabutunu ve birbirlerinin tabutla­
rını takip ederek saray kapısından Ayasofyaya dojru
buhurdaniardon tüten dumanlar ve kokular, hafızların
ve naat okuyanların ağızlarından yükselen dinî ve
tnistik nag^meler ve teraneler arasında parmak üstün­
de aheste aheste sag;a sola selâm vere vere gider.
Sarayda hıçkırıklar boğulur, göz yaşları silinir, dü­
şen devletlilerin yerine geçen yeni devletliler, yeni
hileler düzmeğe, saraydakiler, bu yeni devletlileri
elde etmek için yeni vesileler bıılmag;a koyulurlar ve
Kanunu Alİ Osman, bu suretle icra edilmiş olur.
Bu sırada şair, henüz sahip devlet ölmeden ölü­
müne, yenisi tahta çıkmadan cülûsuna en güzel tarihi
düşürmek, en san’atlı mersiye ve kasideyi yazmak
için odasına kapanır, sol dizinin üstüne oturur, sagf
dizini diker, Önündeki çekmecenin üstünde duran
yazı takımından eline bir kamış kalemi alır, hokkaya
banar, gözlerini duvardaki celi sülüs ve lâlik levha­
lara diker, sedirin üstüne nçıp sıraladığı yazma di­
vanları, o divanlardaki tarihleri sijzer, sag; dizine al­
dığı Hind abadisi kâğıda arada bir gıcırtılarla birşey*
İcr yazar, hesaplar, oflar, puflar, nihayet uyuklamıya
başlar, yatak odasına geçer, rakamlı ve mısralı bir
uykuya dalar, vezinle horlar, kafiyeyle sağa sola
döner. Uç beş gün sonra divanların sayesinde tarih­
ler düşürülmüş, mersiye ve kaside ayni zamanda ya­
zılmıştır. Bîat merasimini müteakip yazılar sunulur,
bekleme odasında hünkârın daveti sabırsızhkla bek­
lenir. Maksat, yeni padişahın iltifatına nail olmak de-
15
Jildir. Çünkü eskisine acınmak, binlerce vesileye
baş vurularak elde edilen mevkii kaybelme korkusundandır. Bütün bu yazılar, birer vasıtadır; g^ye,
haznedarın sunacag-ı mühürlü atlas kese ve kesenin
içindeki altınların kemiyeti, ne suretle olursa olsun
bu ihsanların kesilmemesi ve eksilmemesidir.
Günün birinde uzaktan uzağa bir uğultudur d u ­
yulur. Yavaş yavaş üsküfler seçilmeğe, teberlerin, kı­
lıçların parıltıları görülmeğe, «İstemeyiz», yahut «Ve­
zirin başını isteriz» naaraları duyulmağa başlar. Sa­
rayın kapıları kapanır, içerden bir nefes bile duyulmaz. Saray kapısına gelen kalabalık, gürültüyü had­
den aşırırsa ya vezir, bizzat çıkar, bir iki kişiyi de-*
virir, nihayet gözü patlar, kallavisi düşer, ayağına
takılan bir çelme ile yere yıkılır, üstüne üşüşenler,
cesedini param-parça ederler, ayağına ip takıhp yer*
lerde sürünür, ölüsüne hançerler saplanır, gürültü gök
kubbeyi sarsar... Yahul da sarayın surundan boğul*
muş ve henüz boynundaki ipin izi kaybolmamış sap­
san yüzlü bir ceset, aşağıya atıhverir. Padişah, taht­
tan indirilmeden bu kazayı atlattığına memnun, sinir­
lerini yatıştırmak için o akşam hasekilerle dem çe­
kerken şair, odasında__önüne bir„dlvan_açar,-şarap
kadehin^ dalar, öldürülen eski velinim eti.düşünmez
bile. Bütün düşüncesi, yenisine çatmaktır. O , önündeki
divandan ilham alarak yeni velinimete bir kaside
yazmakla meşguldür.
16
Hayat membaı güneşin öldürücü hararetine karışan
isimsiz sefalet, köylünün yüzünü san kara bir rçnge
boyamıştır. Avurdu, avurduna çökmüştür. CansiE
îfözlerle görmeden bakar. Çıplak ayağına geçirdiği
hırpani çarıklar, altı şahrem şahrem olmuş ayaklarım
yere bastırmamak için değil, âdet olduğu için g iy il­
miştir. önündeki tuz yüklü eşeği, kendisinden zayıf­
tır. Yanında, elindeki sopa kadar kuru ve çıplak bir
küçük var, kendisinin küçüg;ü,
yarının büyügâ ;
eğer yetişirse. O , koca öküzün ayağı kırılmadıkça ve
kırılınca dn etine müşteri çıktıkça et yemez, şeker
nedir bilmez. Yalnız misafir gelince tavada kavurup
dibekte döğdüğü iki tane kahveyi misafire içirir, sey­
reder. Gecesi uyku ile baygın, gündüzü işle yorgun
geçer. Tekne başında soyunur, lime lime çamaşırını
ip başında giyer. Yalnız saraya ait has araziyi ek­
mekle, tımar ve zeamet hırsmı yatıştırmakla meşguldür.
Fakat şair, bütün bunlardan habersiz, velinimetleıle mehtap salalarında vakit geçirir, çırağan zevk­
lerinde bulunur, helva sohpellerinde nükteler söyler ve
yine evine kapandı mı bütün bu âlemler için divanları
karıştırarak kasideler düzer; sevgilisine de hep birbi­
rinin ayni ve Önceki şairlerden farksız gazeller yazar 1
Nihayet günün birinde efe bir köylünün ayranı
kabarır, birkaç babayiğitle dağa çıkar. Bunlar da
geçinmek için köylüyü yemeğe mecburdurlar. Fakat
köylü, hünkârdan ve pnşa kullarından o kadar bez­
gindir ki eşkiya hakkında menkabeler düzer, toktan
alıp açı doyurduğuna inanır, evliyahğına hükmeder.
Sonunda paşa kulları, yahut yeniçeri ordusu gelir,
17
yine köy haraca kesilir, bu sefer tohumu da, öküzü
de eUlen gider ve eşkıya, ya öldürülür, bnşları IsInnbula yollanır, yahut yaralı olarak tutulurlar, bag-Inıup ıncrke/.e siiriıkicnirler, Ulke yıkım üstüne yı­
kılmalarla yıkım yıkım yıkılırken şair, bu gazayı ta­
rihlerle, kasidelerle kutlamaktan utanmaz i
Ordu, kcıuli ağırlığmı yağmalayıp dağılmış, zor
zoruna bir sulh yapılmıştır. Tarih, bunu müphem sa­
tırlarla kaydederken şair, deıhal padişahın bu zafe­
rini tebrik eder, hünkâra ve ve/.irine kasidelerle zafer
çeletıkleri örer !
Mahbubunun busesinden aldığı liararet, daha du­
daklarında ve son kadehin lezzeti, damağındayken
bir örfilin in «lüştüğünü, başka bir örfilinin müftil
enâm oldug^unu duyan şair, alkol kokusunu, sürün­
düğü jrül 'og-iylc bastırıp ayaklan dolaşarak babı fet­
vaya ^rider, dili dolaşa dolaşa nıüftil enamı candan
tebrik eder v e . o akşam yeni l)ir tarih düşürmek,
yeni bir kaside meydana «fctirmek için eski, yeni
bütün divanlara bir kere daha baş vurur j
Koy, .sehiıdrn lit'frel eder, scliir, kiıye bakniHjVn
tenezül etmez. Merkez, civarı ancak para almak için
düşünür, civar, merkeze inmez eile. Medrese, bütün
yeniliklere düşmandır; saray, hepsiyîe hoş gcçinmeg^e
D iv .ıı
]*'<lel)iyAlı ; 2
18
taraftar. Avrupa bir küfür diyarıdır ve Avrupalı,' tek
bir millet. Şarap, meyhane, boyahane, rakkas vc rak­
kase. Helva sohbetleri, Çıragan safaları, Hüseyni
Baykara meclisleri. Hafız cemiyetleri, hatimle teravi,
kandiller, mahyalar, şehrayinler, iftarlar, dış kira­
lan. Babı fetvalar, yeniçeriler, sipahiler, bozg-unlar,
medrese ve tekke zıddiyeti, evliyalar vc şeyhler. Kadmhk eden gençler, erkekçe birbirlerini seven kadm1ar, esrar ve afyon. Bakımsızlık, yolsuzluk, sefalet,
isyan, açlık ve tıkabasa yeyip içmek. Bu tezatlar
âleminde, bu tezatlardan meydana ^yelen bozuk dü’
zen cemiyette şair, yalnız gününü gün eden, gidene
a^lnmıyan, gelene gülen, sefaleti görmiyen, saadeti
gaye bilen; halta bir şeyhe mürit olup her yıl kendi
Ölümüne tarih düşüren ve yıl geçince eskisini yırtıp
yenisini düzen, ölümünden sonra bile halkı aldatmaca,
kendisini erenlerden göstermeğe çalışan bir zavallı.
İşte divan edebiyalının hüküm sürdüğü devir ve
işte bu edebiyatı temsil eden şair 1
1
Tabiat ve Divan Edebiyat»
Divan Edebiyatı Şairi, tabiatı, bizi güzellikleriyle
hayran eden, şiddetleriyle ezen, yıkan tabiatı bug:ulu gözlerle görür; gördükten sonra gözlerini yumar
ve gördüklerini kafasındaki mecazlar diline adapte
eder de öyle yazar. Ve tabiîdir ki bu çeşit anlatılan
tabiat, tabiilikten çıkmıştır. Divan Edebiyatının tabi­
atı, bir odanın ortasında düzülen, yahut küçük bir sa*
hifeye bin bir renkle çizilen bir tabiattır. Meselâ Fuzûli’ye göre gece şudurî «Yeni ay anahtarı, hazine*
sini açar, kâinat kadehini mücevherlerle doldurur. Fe­
lek testisi, güneş kaynağının suyunu gizler, kalra
katra yıldızları saçar. Akşam kızıllığiyle mavi renkli
gök, lâle rengine boyanır, âdeta cam bir kadehten
gül renkli şarabın görünüşüne döner. Zaman sakisi,
yeni ay kadehini döndürmeye başlar, işret (İdam, bu
şarabın sızmtılarından gelişip yetişmeye koyulur[‘].>
Sabah, Fuzûli'nin diliyle şöyle anlatılır'* < Bilmem
ki sabah, hangi ayın derdiyle ahlamada? Her gün,
halka gizli bir dağ göstermede. Yıldızlar batlı, gü­
neş doğdu; ihtimal sabah, bİr aşk eniridir de inci göz
yaşlarını döktü, ateşli bir ah çekti. Sabah, her an,
sevegili, senin dudağını anmada; artık seher çağları»
ölüleri diriltirse şaşılır mı? Yahut da sabahı bir res­
samdır da altın kalemle her an âlem sahifesine sevgili­
nin yannğını resmetmededir
20
Fakat Fuzûli, bizce bu g^ece de fuzuliciir, bu sa­
halı da. Cıcccyi haslayn sonnab, ustaya dcgil. Gccc
ibadetlerle kabalıalların gizlice ve lıulla ba;^nn bcrnberce işlendiği bir âlem. Gündüzün de âlem yine o
âlemdir. Ancak mahmurluk sÖkenlerlc hiçbir şey dü~
şünmiyenler, g-eceyi beklerler, g^eceyi daha çok se­
verler. Fakat elemler şairi Fuzûli, elemlerinde o kadar
ferdîdir ki «Şikâyetname» sini yalnız hak etmediği
para, kendisine verilmediğinden yazar ve ona göre
«Lâcivert gök, gece gündüz sevgilisinin, yalnız Fuzıili’nin sevgilisinin aşkiyle yanıp yakılmadadır. İşte an­
cak bu yüzden halka gâh kanlı göz yaşlan gösterir,
gâh sapsarı bir yüzl (^) . »
Bu şairlerde bahar, hatta her bahar ve her şairin
baharları birdir. Bâki'ye göre «Bahar nefesleri İsa
gibi ruh bağ^ışlar ve çiçekler, yokluk uykusundan göz
açarlar. Yeşillikler hayat bulur; bir derecedeki selvi
ve çınar, hareket elseler ellerindedir âdeta I ('') » ve
Nei’î’ye göre dc «Rüzgâr, o kadar canlar bag^ışlomada ve hayat vermededir ki bu nefesiyle, âdeta İsa’nın
nefesiyle bahse girişmiştir, imtihan olmadadır 1 (**) »
Nedimce, G alib’e ve bilmem kime göre de bu, hep
böyledir. Fuzûli, baharı anlatırken «Sâki, kadehi ge­
tir, mevsim, dünyayı bezeyen ilkbahar. Yer yeşil,
hava canlara can bağışlamada. Gül yaprag^ı gibi da­
rılına. MccİİmIc, neşeli L)ir işrci için ne lâ/ıınsa hepsi
hazır. Lâle açıldı, konca güldü, işret günleri geldi.
Yeşillik hal diliyle işrcl edin demede âdeta. Kendi
haline bak, geçmişin, geleceğin gamını yeme. Çünkü
şimdi gül Seyri zam anı, şarap kadehinin devredeceği
21
çag^. Seher çağında Tanrı hakkıyçin gül bahçesine gir,
gülün divan kuruşunu seyret, hakikaten de ne güzel
seyirdir bu. Gül padişahın gönderdiği dürülmüş kon­
ca fernîanı açıldı, içindeki emir anlaşıldı: Gül zamanı
gül renkli şarap kadehini fevlelıneyin ('*) ! > Bahar
hakikaten burnudur, bu kadar alelade sözlerle anla­
tılacak kadar alelade bir şey midir bahar? G ül ve
lâle açtı, konca güldü, hava güzel, yer yeşil, âlemi
düşünme içelim, ha ?
Nef'î de bahan bu kadar alelade görmede : «Ba­
har gekli, yine gül bahçesi güzelleşti, yine yeryü­
zünün letafeti, gökyüzünden üstün. Her lâle, yine
anberler yakan bir ışık yaktı, dumanından da gül
bahçesinin üstünde amberler saçan bir bulul peyda
oldu... Birbirine ulanmış, zincirlenmiş dalgalar, su­
ya öyle bir yaraştı ki yasemin göğüslü gü/ellerin
göğsüne büklüm büklüm saçlar bile o güzelliği ve­
remez, (^)» vc saire. Ve netice içelim içelimî
İlk
bahar rüzgârı esti, sabah çağı güller açıldı, sâki me­
det, bi'/im de gönlümüzü açsın, sun Cem kadehini.
G ül devri,
işret günleri, zevku
safa
zamanı.
Bu kutlu nefesli mevsim âşıkların bayramıdır. Yine
nisan ayı geldi, hava amberleşti, amber tabialini ka­
zandı. Alem cennet içinde cennet oldu, her köşe bir
İl em bahçesi.» ve nihayet Mevlâna’nın bir beytinden
çalınma şu söz: «Tam olarak o rint, zevkeder, bu
çağın zevkini o çıkarır ki bir elinde lâle renkli ka­
deh bulunsun ; Bir eliylede büklüm büklüm saçlara
sarılsın!
Eveleme develeme, devekuşu kovalama, çnngi çem-
22
bcr, miski anber, tazı tuzi ve hep bu. Her şairin her
bahan bu tekerlemelerle kutlanmadal
Divanda gül, kulaktır; Evet, kulak! Nef’î, «Seher
yeli, ansızm vuslat müjdeni verir diye taze gül fidanı
gibi baştan ayağa kuiag;ız> der. (*’) Şeyhülislâm Y ah­
ya da der ki: «Güller de açılmadı, ağhyan bülbülün
sözüne kim kulak verir artık? Zavallı, halini kime şi'
kâyet edecek?»
Ve ag^zına bir katra şarap koymıyan bu örfili koca şeyhülislâm da mademki demek­
te; bülbül feryada başladı, gül, kadehini doldur­
du. Çoşun, neşe zamant geldi, taşkınlıklarda bulununl
Belki ömründe meyhaneyi görmemiş olan
Müftilcnam, ah demektedir; safa kadehiyle gönüllerden
gamın uzaklaştığını, yine meyhanenin mamur oldu'
ğ^unu görsek! Şarap kadehinin ziyası, güneş kadehine
düşse de o kapkaranlık evin, yani güneşin, evet,
güneşin nurlarla dolduğunu seyretsek!
Ve nirfayet
dayanamıyor, mesçidde diyor, riyayi âdet edinenler,
bırak, (iya ede dursunlar. Sen meyhaneye gel, orada
nc riya var, ne mürnyi I ( ‘“) Evet, böyle diyor ve
bizi kendisinin, kapısının önünden bile geçmediği
meyhaneye çağırıyor. Demez miyiz şimdi, bu adam­
ların sarhoşları, sahiden sarhoş. Sarhoş olmıyanlan
. da içmeden, ağızlarını kokutmadan sorhoş taklidi ya­
pan şakacıktan sarhoşl
Bu edebiyatın, söylemeye hacet var mı bilmem?
Sonbaharı ve kışı da mecazlarla yapılma bir sonba
hor, bir kıştır. Nedim, «Irmağın önce baştan ayağı
donmadımı ki ? Yeşillikte çınarın eli düşm edim iki?
Güz yeli, kulunç yeli gibi tesir etmiş; korkarım bu
23
hastalık, sclvinin bedenini sarsar. Hani yeşillikteki ne^c
kızgmiıg’ı? Acaba bülbül denen kaşmer ne halde? Dam
kenarmdaki buzlar, yalın hançer durup sabah yelinin
bahar kokusunu getirmesine bile mâni oluyorlar. Bu
kasırga, bir gün daha böyle sürerse ateşte yaşıyan
semender bile ateş içinde donacak. Ateş koru, don­
masın diye yakut taş gibi pamuklara sarılsa yeri var»
(^*) der ve sevgilisine «Bu yıl samurunu kırmızı şala
kaplat, yani siyah saçlarını al yanaklarına dök. Lâle
bulunmazsa eline şarap kadehini al da cy yürüyen
sclvi, güz mevsiminin hükmünü böyle veri»
D i­
ye hitap eder. Yaz, kış, ilkbahar, güz, gece, gündüz;
her an bu edebiyatın mihveri, ^arap ve sevgilidir.
Altın püskiirmeli bir Hind abadisinin üstündeki bu
çekik gözlü minyatür mahbubunun elinde bir şarap
kadehi vardır; etrafı kırmızı lâleler, gülürânalar, ye­
şilliklerden tüten dumandan meydana gelme mor süm­
büllerle; göğü sevgiliye imrenmiş ve bazan biri dog-udan, biri batıdan ve beraber doğmuş güneş ve ay­
la, inci gözya^larından meydana gelen yıldızlarla;
bodur, fakat düz ve zayıf selvilerle,. ellerini göklere
açmış çınarlarla, sevgilinin boyundan küçü kköşkler,
gözünden büyük havuzlarla bezenmiştir. Eğer varsa
ilerideki deniz bile «Sevgilinin vuslatına susamış ve
dudağı kuru bi» lınide toprak üstüne .serilmiş znvollı
bir susuzdur.»("’) Göğündeki ay, bir anda hem hilâl
olabilir, hem bedir. Yerinde bir anda hem sümbül
açar, hem gül. Selviler kadar boylu bir gül fidanın­
da sevgilinin yüzü kadar bir konca ve önündeki köşk­
ten iri bir gül vardır. Gökteki güneş kadar büyük
24
bir bülbül, hem de çok güzel ve boz tüyleri tuvalclli
bir bülbül (eryzıd eder, (akat feryadı duyulmoz. Helki güzel bir minyatürdür bu, fakat neyleyim? Hnki*
kî grüneş, hakikat güneşi, ahcı ziyasiyle bu minyatü­
rü sarartmış, soldurmuş; artık seçilmiyor bİle. Yakıcı
hararetiyle bu yaprağı kavurmuş, kıvırmış, arlık açıl­
mıyor bile. Hem de bu sahifcyi yeniden tazelemek
için artik o boyalar yok ki. Tazelendiğini farzetsek
bile asmak için kavukluklu, ocaklı duvar; sedirli, şih
teli oda; göbekli, avizell tavan; şahnişinli, çeşmi bül­
bül pencereli ev lâzım. Yollu diba entarili, ipek şal
kuşaklı, kerrakeli dört kaşlı bir civan gerek. Başında
kcnan yıkık külah, «Ucu meyhane kapısının süpür­
gesi olmuş* perişan bir sarık olmalı. Ama bu dekor,
ne vakit umumileşmiş ki? Dün mü, evelisi gün mü?
Bu dekor, ancak İstanbul’un bakıp görmiyen, duyup
işitmiyen, düşünüp sezmiyen dalkavuk münevverle­
rini, taşralarda da daha nakıs, daha iğreti ve <î?.ha
yapmacık olarak paşalarla p?.şa kulların» çerçevelemiştir. Halk, bu dekoru masaliarma bile almıya te­
nezzül etmemiş, kopyasını alnınl;laiı.‘;a aslını rivayet et­
meyi tercih etmiştir. Bu soluk, kıvrık ve kavruk, mi­
nik ve tek, yalnız bir tek sun’i sahifede ne tabiat
vardır, ne hayati Yaşıyanlara ve yaşamayı sevenlere
bu müzehhep sahife hitap edebilir, onları latmin eder
sananların irfanına acınır dofrrusu.
25
Bu yazıda nesir olarak geçen örneklerin astlları
1
fjeb ki ıııiftâh-ı mch-î ucv ola {jencîne-}{ü}ft
K ıJn j»eymâne*i jicrdrını cevfihir - peyınA
G iıle y ilp çcşmc*-i lıorşîtl suyın kılze-i çeıh
K n tıe knirc kılıı crıcüın ıc^elıfıtın pcydA
Lrılc-rcDg ola !<eralttlaıı felck-î mlnA-fiîm
Ta^ra $alıııif ^ib i jık.'t-î mcy~i giil'/^'Arı nıînA
ncv câııııın devıc >;ciiire sâki-i dcl)r
Nahl-i işrci ıt-şclı/ilınılan ;ıla ııcşv-il nemâ
§
2
Kftnt;ı nıâhıtı bilınezeıu m ihriyle olm uş zâr stıhl»
J/e r
J in in
/'vlcJ' h iilk ;ı t)ir d;‘nj-» ııilıa n
eı»c(im
<;ıku <^ün yX b ir e sîr- î
ızİjA r sııl>lı
A ş k d ır
D t ık t ii d ü n - i eşk (.e lıli âU-ı âtcş-bıvr sw\'b
Nnla
''invAlîi ilıyA vorse sublıun dom lf'ii
/jk r * i J.ı'liıulir Iciiıı eyjcr dom - bc
de»n ickjj'ır .sıjl)lı
[’.it ıu\ıs;ıvviıılir Ui /.cırin kilk Ur I u t d<'»u rrkcr
SafliH-i ;4<.t<.lCına uak‘{-ı :uı;;-ı dild ût sııbU
§
U
rıo n n d ir .şfını-u sulu;r nıib rin le <,‘crb-î lAcUvcrd
Gol» siıi^k-i âl eder ızhfır t;ch ruhsAr-ı rerci
'1
K il l i » b iılış Mİdıı
M c s ilıâ » s ıf a l
A (;v ıla r d id c lı- ıiı»
bâb> ı a d e m d e n
cHfAs ‘ 1 b ılu 'u
czhâr
Tâze can buldu cihan erdi ncbâtilta hayât
E llerinde harekat öyleseler serv-ü çenSr
^6
-B
'(i
N c a iıi)
1)1 d c ıılü can - lıa h ^ * u lıt'y ât - c iz â - k i lıiı ılc ıu d c
l) c ın - î
Î^ î
G c lü r
s â k î ka(]ch k in i
Z c m ia
ile
div’ vil-yı
btUı.-v\ U tv Â
bal>s-rt im tiliA n iiz ıe
uev-bcİK u-ı â le m - â r â d ır
cru
-
ı â b » t - ef/;»d»ı
Perîşân olm a kim gül-berk tek hâlit bu güllende
Neşâl-J »)’$ içün esbâb-ı cem'iyyel miıheyyâdır
A d ı l d ı lâ le
iş re t
eyyam ı
t jıly â d ır
G ür
ıııâ / J
K i
7
ü illd i i g ö n c e ı;e ld i
Z cb.'in-ı lıâ l- i scb/<î iş r e t îm â s ın n
C 'i
h â liu t
L â li
hem
^ekm e
g n ı u 'i
S c liu r g iilü A jii };iı
b illf ılı
'i'cjııA ^â k ıl i;ii| ü n
d i v â u ı ııı
A ı,ıldı
(;<)tıcc t n m i l r i
B ııd u ı
k im
B cL âr
vü m ü s ta k b e l
tn e v s im - I g ü lg e ^ t~ ü d tv r - İ c â m - ı s a b b â d ır
fevt
vii
o ld û
Y in e
lıc r
7 ,cm ii)iu
lâ le
b ir
m c v M İın lc ıd c k in ) lu 'i
k im
tıi A z m û ı ıı
m e vs im - î
j^iil cAm-ı t;ül*t;rıııı
Iclfıfo t j'iiis iu n ı
lû ıfu
ü /.ıc
j^a lib âsm A ıı ü /.ic
^ c tu ’-i ıuu:<.ıılx'i
^ ;ılıl^
S c lıâ b - ı a u b e r - c(:iau oIdvı p e y d â b fts iû n
Y a r a r lı
O
ol kadar
lıü .snü z iilf- ü
d û ılv ııtd a ıı
üzre
m e vc- i m iis c ls ırl fılıa k im
pür
ham
d c ın
iıc ^ te m â ^ fid tr
m i/lıu n
k ılm an
e r d î y in e d ü !^ıii
Y in e
İm
v e rm e z
^iııe-i s im in - b c ıâ n
ü z re
S
8
lib d i o c s im - i n c v - b c h â r â t ı l d ı
A ç a ıııı
b iz im
j;n ll(;r s u b h - d e m
de g ü u lü m il? . « â k i
m e d e d su n câm *ı C em
* G ü l d e v r i a y î e y y ftm ıd ır zeTk-\ı s a fû l ıe n g û m ıd ır
A ^ ık h n n
h a y r â m ıd ır
bû
m e v s im d i f e r b u a d e “ d e m
27
K ıtlî yine ürdîhchişt oUIrt IıcvA «ııber  lem b e llili ender l>chişt her yûşe bir UAğ-ı ircın
/ r v k ı o rind eyler teınâm kini lû ta ınesi-U fAdkftın
B it elde cAm-ı lâle • fâm bir elde züU-î ham - bebam
§
9
Nâgeb ^e türür d ty ü sabâ mûjde-i
v&slın
Başdan A>aj>a şAh>ı gül-i ter («ibi f;AfUK
§
10 G üller de nâ > şüküfte ann kim kııiak tutar
HAlin kim(' şikâyet cdt* Aiıdeltb'i rXt
§
11 G ül sAgann pür etli gelio ^>ür h u ııiş olun
Y a n ’ni erişti vakt>i tarab bâde - nı'iş olun
S
12 G önüllerden s a fi c.âmivle |»anı dOı oldui^un görsek
HarâbAtın yint' bir dâlıi ıııa'nu'ır
o lduğun görsek
Ziyû&ı dU^&v cnm-ı lUtAbıi cAm*ı salıhAıu»
YiııO ol h f tıifi lAıiU jıür nûr uKluğuu götsek
13 Mceciddc riyA • pif^elrr rtsün ko liyAyı
Meybâneye gel kim
ne aiyâ var ne ınürâyi
§
14 A}Aj<ı
^a
(lo ın i) iu lı
d ü ;ım c d i
H a7.an y e li cscı
lııts lc lik
m ı c n y ın
mi
c w ı;lâ
b o ş la n
•'1* >,:‘^'"e> 'de
e ln û ^
m is â i- i r i l i ' i
me>'i:r
m o ı;ık
be<Icn*l « c r v i k o t k a n n t sıırsaı
K a n î çemendeki germiyyet-1 tarab şim dî
Aceb ne hâlde bülbül dedikleri kaşmer
28
K o ıııa / , jjeL İrnıej'e bûy -j b c h â ıı
l>âd-ı salıâ
IC c u û ı- ı b m d a y a U la r U u ıu j) y u lıu
Uıvucor
D o n ü i s o v u k d ıın e f c u ü î s e m e n d e r â te ş le
B i r i k i tjü n d a lıi bi'tyle eserse b u sarsa r
l l ı u û d c l ö y le k i
b u z la n m a s .u u
deyû
IC oıuıl.s.ı ]»cnbcy»; y â k û l - i);‘u o
lû y ık
vc-j :ılık < r
§
ir> JJo k
z ü lf- i s i y t h - k â r ın
îS e iıııu r ırım
Al
u ru lıs â re - i â le
k a p la t b u sem': k ı m ı i / ı
d e s tin e y e r lâ le b u lu n m a z s a
Ver
hükm ünü
ey serv-i re v a n
3 G C â ııâ z ü lâ l- î luM iın'
J lâ k
ü z re
k itln ıı^
n ıu lııâ c
şâlc
p iy â le
lıo lın e
t r n lıâ d i i
b c h â r ın
ılc;}-!!
l ı û î k - h l> «İcryâ-yı u ı» m : ın
te ş n e d ir
11
Divan
Edebiyatında Aşk
Fuzulî, o İlâhî âçık, «Sevg^ili, senin civarında eli­
me jfiren ancak bir dert, bir belâ. Aşkının yolunda^
yokluktan başka bir dileğim, bir garazım y o k ( ‘) » de­
mekle. Fakat birde bakıyoruz; tSabah, usUırasmı çar­
ka çekmiş; j|üncş, kılıcını taşa çalmış da o işveli aya
intisabını g^östermiş. Su nasıl dalgalanır da her za­
man habbeler meydana getirip durursa başlar da anbe­
an usturasının hareketinden neşelenmede,
(ertemiz
olmada I Ba:jimdaki saçlar gibi her kılımın ucunda bir
bffş olsaydı da sevgilim kesscydi; yine onun kanlar
döken usturasından kaçınmazdım...(“) » diye gâh bir
berberi g^ömiye, «O selvi, seher çngı naz ve edalar­
la hamama sahna salına yürüdü. Hamam, yüzünün
ışıgiyle aydınlandı. Yakasından vücudu görünmedeydi.
Elbisesini soyundu, yeni ayın» gösterdi, çıplak vücüdiinü mavi .bir fotaya sardı, sanki kabuklar içindeki
badem, bir menekşe içine düştü. Havuzun dudağı, yücc ayağını öperek yüceldi. Aynanın gözü, lâti( yü­
züyle ziyalandı. İnci terleri, satılır sandılar da çok ki­
şiler, hanı bir dii.şüncoyc ka]>ıhi) kcfleyo cl nllılnr...
('') > d iy e lıaınaına girip yıkanan bir oğlanu
^azel
yazmıya başlıyor, İki asır sonra gelen Nedim de
«Hamamiye» sinde Vücudu ham gümüşten beyaz,
gülden yumuşak, boyu yeni yetişmiş fidandan düz­
gün, lamaıniylc renk ve alım, her kılı işve ve cilve.
3ü
baştan ayag-a kadar güzellik (^) > ten ibaret bir ço­
cuku anlatmada. Hadi bunlar, diyelim ki bir hayâldir.
Fakat neden başka bir şey hayâl etmiyor bu adam­
lar? Sevgilisine kenarı yıkık külahı pek yakıştıran
Nedim, ona aıbk dadiyle lalanm karışmamasını iste"
mekte, (^) bir başkasının Sâ’dâbâ’da kaçıp gittig:ini,
yüzünün yanmasmdan anlamada (“), «Sen tamamiyle
gezcmemişsindir, gel de seni ben gezdireyim (’) > di­
ye onu kandırmada, baıgka birisine, annesinden cuma
namazına gidiyorum diye izin alıp kaçmasını tenbth
etmede (^), on be^ yaşında sarıklı, cubbelİ, gül ya­
naklı ve kerrakeli bir diğer sevgiliye diller dökme­
de ("), bir dijerine <Bu konuşma şivesini, sana kız
kardeşin mi Öğretti? ( “^)> diye sormada, tıraş olan bir
başkasına da bir şarkı yakmadadır. (“ )
H ind’den, İrandan mı Yunan’a gitmiş, Yunan’dan
mı âleme yayılmış? Nc olmuşsa olmuş işte. Yalnız bu
gayri tabiî aşk, şairlerimizin birinde, üçünde, beşinde
d c jil, hepsinde vardır. Çar ebru güzel, yalın yüzlü
ınahbup, tıflınaz, taze nihai civan ve hattı sebz-ye­
şil yazı, yani sevgilinin yanaklarmda yeni terliyen
sakal, Divan Edebiyatının başlangıcından ta «Hubanname» ve «Deftiri aşk> a kadar bütün bu şairlerin
ag^zınduki çengel sakızıdır. Kızdan bahis, pek ayıptır
ve bu edebiyatta yok denecck kadar azdır. Fakat
Ş âiriz şeyn verir şanım ıza
Giremez fâhişe dîv ânım ıza
hükmü, bir nassı kaatı’dır, makabline de şumulü var­
dır. Acaba bu şairler, Ög;dükleri gençlere Aristo
31
mantığını mı öğıctiyorlar, Sokrat felsefesinden mî
bahsediyorlar, rnst makamını mı geçiyorlar, vahdet
feyzini mi veriyorlardı? Şairlerin içinde sevgiliy can
nakdini verenlerle bayramdan bayrama elini öpmekle
kanaat edenler var. Fuzûli'yi, bîr kadın aşkını, Mecnun'un Leylâ'ya sevgisini yaıdıgfindan kınayanlar bile
çıkmıştır. Hatta tabiî aşkla yanıp kavrulanlar bile
bu umumî telakkiye uymuşlar, kendilerim kınanmadan
kurtarmak için sevgililefinî sakallı, bıyıklı olarak
meye mecbur olmuşlardır. Zamparaya çarşaf giydiıilen ve rnkkns bulunmazsa rakkaseyi erkek kılığında
oynatan bir devirde bundan başka ne olabilirdi ki ?
Haydi, bütün bunları hoş görelim, zevk meselesi.
cjcyip geçelim. Bari bu adamlar, sevgilerini ve sev­
gililerini, duydukları elemleri, sürdükleri zevkleri,
feragatlerini, fedakârlıklarını, aşklarının seyrini, çeşi»
dini, anlatabilmişlermidir ? Aşk, zaman içinde za^
mandır; Aşık, mekân içinde mekân seyreder, ö m ü r
içinde bir ömürdür sevgi. Bu neşeyi, bu tatlı acıyı,
bu insana dünyayı, olduğundan güzel gösteren, ya­
hut bütün â*emi karartan, hiçe saydıran, bir an içine
bin bir an sığdıran sihri
aksettirebilmişlermidir ?
Bilmem, kendilerine soralım. İşte Divan Edebiyatın­
dan bir aşk ve bir sevgili:
«Anberlcr snçnn sakal, yanağına bir habcş kölc<lir,
«dı da KeylıanI O Kara ben Bilâl’dır, (iudnklartnsu
■biri yakut, öbürü mercani Kara saçın mübarek olsun;
yakası amber ne de güzbl kaşlar yal O aya Zühal
yıldızı kul olsaydı şerefe erer, yomsuzluktan kurtu­
lur, kutlu bir hale gelirdi.» Ne anlattı ve ne anladık?
32
Bir g^azcl ilaha okuyalım:
« Ynnagın snnki ıluıu bir su, çenen sanki o suda
bir habbe 1 Gönlüme yüzünün güneşinden akseden
nurlar, sanki suya vurmuş parlak ay. Gönül sahifesi,
güzel yazılarının, sakal ve bıyığının aksiyle âdeta re­
simli bir kitap. Kanlarla dolu gözlerim, gam mecli­
sinde sanki iki şişe şarap. O ayın gün_e^i ( sevgisi)
bütün dünyayı tuttu, âdeta güneşin ışığı! |
Baki’yi
bırakalım. Fuzuli de bir aşkını vc sevgİBİni bize şöy­
le anlatmada ^‘Hür vc dilc^rmce uzayıp gitmiş selvi,
bana boyunla bir göı ünnıctlc; zaten ba.şı dönen, neye
baksa yürüyor gÖrür 1 Can bedende görünmez dese­
ler inanmam; ne vakit bedenine baksam
bana
can görünmede, llalim ne olacak diye müneccimlere
sordum, t; lilı evine byklıİM da kan görünüyor dedi­
ler. Ahvalimi sevj>ıliye ar/t deyim dedim ama o gö­
rününce ben, kendimi göremiyorum ki. Ey, onu gü­
rünce ah etme, sabret tliycıı, sana kolay görünüyor
bu amma bana nede }^üç ! Ey a^', ne yaman okçu­
sun ki bakış okunla yerlere yıktığın avda ne yara
görünmede, ne leııırcn ! Galiba j>ölünü yine bir gü­
zelin züUünc vermiş ki Fuzûli’nin hali, ptk dağınık
görünüyorl » (^'*) huzûli’nin en güzel gazellerinde biri
olan bu gazelde iki güzel beyitten başka ne var?
İki güzel beyit v;ır ama bu sevgide ve bu sevgilide
bir husıiMİycl yok! I î.ılclî, bir okçu jjiiy.t^linc ve an­
laşıldığına göre bir Yeniçeri erine ^Okım (lüşınanlanıı
göğsünü yaraladıkça deli âşık, hasretle göğüs geçir­
mede» diyor, Hu suretle sevgilinin düşmanı yerinde
olmayı istiyen, onun tarahndan oklanmak için gö­
3:i
ğüs trcçiren hakiknlen deli âşık, yine ayni gazelinde
«Sevgili ok atsa derhal gözümü mşanlar, keşke hedef
yibi başlan ayağa g^öz olsaydım
» demekte. Hayyam’a özenip flözde rubailer yazan ayni şair, sevgi­
linin nazlann na'/lana ve binde bir yanına j^dip de
derhal jfiltig^ini, ancak para ve civa ile anlatabiliyor :
«Güneş yanağı, hüzünler yur<lu olan evime ışık saldı
mı o ay, derhal ve alelacele gider, ağlayıp inleyen
gönlümün haline acımaz. Gelmede._gü[DÜŞ_
benzer, g itm ede de civ ay al(^”) »
Nedim bile «Nezaket haddeden geçmiş de sana
kol kanat olmuş. Şarap, şişeden süzülmüş de sana al
yanak kesilmiş. Gülün kokusu imbikten geçirilmiş,
nazın da ucu işlenmiş; birisi sana ter olmuş, öbürü
mendil (^') » yahut «E y nazla sarhoş olan sevgilim,
seni kim böyle pervasızca büyüttü, bu çeşit selviden
daha yüce boylu kim yetiştirdi seni? Nazik tenin
kokudan daha hoş, renkten daha temiz. Sanki gülüıâna, seni koynunda beslemiş (**) » derken bize sevgi­
sinin ve sevgilisinin hususiyetlerini, sevgisindeki an­
ları, safhaları söylememekte, divan edebiyatı estetimi
içinde hünerler yapmaktadır. Bu hünerlerin cidden gü­
zelleri var, fakat çok defa ve çog-u bayalı. Ve niha­
yet her şairin sevgilisi uzun boyludur, selviye benzer,
selvidir, hatta. Yüzü güneş yahut ay, ı\y yahut
güneştir. Gözü nerkisdir, ahudur, kanlulır, kaatildir,
zalimdir, sarhoştur, hastadır. Bakışı oktur, hançerdir.
Yanag^ı yine güneştir, ateştir, gül bahçesidir. Beni
ve saçları misktir, amberdir, sakalları yeşilliktir. D u­
dakları ya şekerdir, bu takdirde bıyıkları karınca
D iv n ıı
J û lc l ı i y n i ı
—
S
34
olur, şekere üşüşen karınca! Yaluıt inaldır, yakuttur.
Dutlukları varılır bu sevjrüinin de agzı yoktur, yani
sözüm ona, çok küçüktür o agız. Ya noktadır, ya
bir katra kan; fakat yoktur doğrusu I Dişleri incidir,
çene çukuru kuyu. Göğsü ya endam aynasıdır, ya
bir akar su. Bazan dudnğ;ı abıhayat, sakalı vc bıyığı,
yahut saçlaıı karanlıklar diyarı olan bu selvi boylu
güzelin, yahut abıhayat fıskiyesi g-ibi sıçıayıp boy
atmış dilberin beli de o kadar incedir ki şair, keme­
rini g-örmese hani, hemen yok diyecektir 1 İşte on
asırdır bütün divan şairleri, bu tek ve yapmacık
sevg-iliyi sevmişlerdir. Pek yamandır bu dilber. Hep
cefa eder, vuslatını dirhem dirhem salar ve bütün
âşıklar, j^özlerinden kanlar saçarlar, rakipten şikâyet­
ler ederler ve sözün dog^rusu, yalnız kendi yapma­
cık ve aslı deg^işme;2:, sözü deg^işir kopya sanatlarını
sevmişiüTiljr_bu-adamlar. ..Böy^le aşk mı o lur.__böy 1e
sevg-ili mi o lur? fl^y aklı selim,^sana hitap ediyorum,
haksı'zmTjMm beır?“ ““^
35
Bu yazıda nesir olarak, jjcçen örnekİerin
asılIarı
llâsıİK ii yOk scr-i kûyınıla Ijelâdan
Garaznn yok rch-i ışkında fcnâdatı gayrı
§
SuUlı vcIviHİŞ çerlıa
lAja çalm ış âfl;»b
Z â h ij ciıniş ol mch-i dcllfıke ayn-î inlisAb
K ıU lı
o l .sorv h c lıc r u iu
Ş e ın ’^i n ı l ı s â n
G i ir ü n ü ı d it
ile
o ld u
ılc
hAiııuuııı\a h ııâ ııt
m ünevver
h a ıu m â m
b e d e n î (;âk-ı g ir ib A n ın d a n
S o y u n u l) « .ık lı
y e n î A y ia ı g ö stf^rd i ta m â m
V ü c ıld ıi lıAın ^ ü r n iiş t c u
Utvyrt lionrt/: y e l i l m i ş
h cyA /-ıı
n ih f ıld e n
T am âm
rcn(^-ü b e h â m û - b e m û
■J a m â ın
h iis n
scrâp ây
ncrm
lie m v â i
k ir ilin e
v ü n57.
ş u 'le - î d îd â r '
A rlık usandık, biraz da sah'ıfe numarası verelim
6
JİAÜl N ilial Ir t lib i N odim Divıviıı, S ; 2(K), ilk b fy it,
6
S : 19Ö, İlk farilin in ik in c i d örtlüj'ü,
7
S : 102,
8
S ; 202,
-
.
son
İkinci garkının dördüncü d ö rtlü ğ ü ,
36
9
S : 20y - 204,
10
s : J 3 6 , 7 Dci b e y it,
11
S : 2 0 '), 2 ıic i $ a r k ı,
12
llııhHAHiiKi liftll'i nıtltrı >ı>l;fAtı
A l)il- Î hnbo(fWUı M\
Ol
bAl-i s i y c U
Yâkût
bili
ıry U ui»
lU l â l - ü
birisi
tcbluı
nıc tc aı ı
Z ü lf- i şiycbİD m übarek olsuu
Z î bâ cib -i a nberin - ^irîbau
îrüp ^erc(e şaîd olurdu
Kul olsa ej'cr 6 ınAha kcyvan
11
Anzm âb-ı oûbdır gftyâ
Zckaum bir b&bâbdır yûyA
ü
14
S c r v 'i âzÂd k a d in lc
b&ua y e k ta n ^ ^ f ü n ü r
N e y e se ı- ge ^tc o la n
b a k s a b ır â ın a n
g ü r iiu k r
§
15
O ld u k la
G öğsün
okuu
îa h m - z e n - i sine - i a*dâ
g e ç ir ir h a s r e t ile â ş ık - ı şeydâ
T i r atsa nişanlar güzündü y â r nolaydı
B a ş ta n
a y a ğ a dide oİAydını /ire li asi
§
16
M ilır ^ î r u h u
v c ıs c b cy t- i u h z â ıu ın a
J<lll)cltc e d e r o ınAlı u v d r l l r
llil'i
titU
(itiıU
d i l ‘ i z â r a clM kcyüj) r a h n ı o lu r
G c lm e k d e
çü
s im
g itm e d e
çün
bimib
37
17
] l;ul<lı;(lcıı
18
M e > ı- i
ncziiLc‘ 1 yâl-ii l)â l o lm u ş
sana
§
n â z ım
k im
b ü y iiU ü
b d ) Ic lıî p c ı v is c u i
111
Hayat bağlılığı ve Divan Edebiyatı
Divan Edebiyatı şairince dünyanın mihveri yalnız
kendisidir. Bu şairlerden muhitini, İçtimaî nizamdaki
bozg-unlug;u, ihtiyaçları, umumî hayatı gören, hatta
mahallî vak'&lara, velev şahsî olsun, bir ehemmiyet
veren yok dense yeri vardır. Aşk, hicran, ihtiraslor,
ihtibnslar, bülün bunları meydana petiren iktisadı ce­
miyet ıjartları, divan şairini bedbin etmiştir. Fakat
şair, bunların hiç birini sebepleriyle, neticeleriyle sez­
mez. Tabiî söylemeğe lüzum yok ki tahlil zahmetine
katlanmamış, bu zahmet»* katlanmayı akhna bile ge­
tirmemiştir. Muayyen kalıplarla ya bctlbinliğini bir
sarhoş neşesi halinde izhar eder, yahut tt-ısavvufî bir
azamet ve istiğna ile yine kendisini âleme mihver
yapar, yoklukta bile hudutsuz bir varlık bulur, mis*
tik ve yapmacak bir neşe ile avunur gider.
Onbeşinci
asrın sonlarında
yaşiyan Bursalı
Müderris Ulvî, «Bugün işret et, şarab iç, yarının ga­
mını anma, bu yalan dünyayı sana ısmarlamadı­
lar ki (^) » der; yirminci asrın başlarında ölen Vezir
Ziya Paşa da ayni düşünceyle «Aklın, düşüncen varsa
şarap iç, güzel sev. Dünya varmış, yahut yok olmuş,
ne umurunda sen in ?(’^)* beytini söyler. On yedinci
asrın ilk yıllarında ölen Sipahi de, Ulvi'nin beyiline
dört mısra daha ekleyip altışar bentli bir müseddes
39
yapmış, meselâ son bencivnfie n^ın göıüşle « Vnr,
Sipahi gibi sarhoş ve meyhor olmıya bak. Şarapçının
evindeki sekiye otur. Keyfiyetimi/i anla, sırlaıa (ve
esrar içerek o musibet: şeye, onun keyfine) vaktf ol.
Zahit, üzüm şarabiyle kör kütük ve kötürüm ol. Bugün
işret et, şarap iç, yannjn gramını anma. Bu yalan dün­
yayı sana ısıaarlamatlılor ki ('*)» ögü<lUnü vermişti,
Onaltıncı asır şnirlerin<Ien Cenani, I)«ştan aşag^ı
bu fikirlerle dolu bir müseddesinde < Alemin hali
böyledir. Şikâyet etme, sus. Cihan haikıınn nasibi
gâh yaradır, elemdir, gâh işrettir, zevktir
Başında
akıl, fikir varsa Tanrıya teslim ve razı olmaktan geç­
me. Haline şükret, Cennnî’den şu nasihati d u y : Vus*
lata gülüp hicran için ^ l em—çekme. Alemin ahvali
böyledir, gâh neşe olur, gâh gam
» ög-üdünü verir;
ondokuzuncu asır şairlerinden sayılan Vasıf da yine
bu fikirlerle dolu olan bir müseddesinde der k i : «Zorla
maksad.nı kim elde edebilir, kim bu zafere yol bula­
bilir? Kaderin hükmü neyse elbette zuhur edecek. İş­
lerini Tanrıya ısmarla da ne elem çek, ne keder. Arif­
sen sözümü kabul kulnğ-ına inci bir küpe gibi tak«*
Alemde hüner, mihneti kendine zevk etmedir. Fc“
legin gamı, neşesi böyle geliı, böyle gideri (^*) *
Bir asır içinde Fuzûli, Bag^dal’in «Şarap habbeleri gibi
mcyhanc<lc yıırV tutup üzüm salkımındaki üzümler gi­
bi bir araya baş koyalım; alırlarsa dini de, dünyayı
da şaraba satahm da sarhoş, dalgın meyhane erleri
olabm, hiç bir şeyden pervamız kalmasm (") > der,
yahut mahrumiyetler içinde zaruri bir istiğnaya bü*
rünüp « Felek, bana no mal, mülk verirse memnun
AO
olurum, ne beni maldan, mülkten ayırırsa hüzünleni­
rim. Gerçi müflisim, sarho.'^um, a.-jag^ılık bir kişiyim,
herkes beni hor g^örür ama anbean ben, kendimi K a­
run jribi hâzinelere sahip sannım, Öyle hayallere kapılırmı. Gönülde vefa paralariyle dolu hâzinem var
ama j^izli. GÖ/.lciim laal vc inci hâzineleri ama bu laal
ve inciler geçip gidici (’ )> diye öğünür, yahut yeri­
nirken (Zatî, İstanbul’da yazdığı bendin terci bey­
tinde «liu dü,ı\ya kimseye baki değil. Sâki, dolu içel«rpj.v.Jsv?ıdehi dolu Üoİu suıjl**) » demektedir.
On sekizinci asırda lâle devrini yaşıyan NedimMn
neşesine dikkat edin, bu ta.<}kın neşede nasıl bir elem
gizlidir «Bu dünyanın baharını bir yan neşe say; lâleJiğ-mi çekilmiş, içilmiş bir kadeh şaraba müsavi bil.
Gönlün gam tozundan tamamiyle arınması lâyık mı?
Ey hoca, Kâbenin tozlarını yılde bir süpürürler (®)»
diyen ^ıı^adamın neşesi, ancak ve ancak gününü gün
etme kaygısından dog;an, yarının meçhullyetinden
meydana gelen melânkolik ve marazî bir neşedir./Ay­
ni şairin «Gönülde, evvelce ne yakıcı istekler, dudak­
ta ne zaptedilmez ahlar, ateşli hular vardı» beytiyle
başhyan ve «Ey Nedim, ey âşık bülbül, neden susu­
yorsun? Sende evvelce çok sesler, çok nağmeler,
çok sözler vardı (^“)» beytiyle biten gazeli, lâle dev­
rinden sonra yazdığını sanıyoruz. Bunda hiç bir mâni de
yok, çünkü Patrona isyanından sonra bir müddet yaşadı­
ğı muhakkak. O kasırların, çağlıyanların, lâlelerin, lâle>
liklerin, o çernğan safalariyle helva sohbetlerinin, ora­
larda yaşıyanların, oraları seyredenlerin, o zevk ve
safaları tertip edenlerin vc nihayet bizzat Nedim’in
41
ne .oltluğ'u tla malûm t Bu kadar miilhiş bir akıbet,
Divan Edebiyatmda belki bu bir beyille müphem bir
surelle anılmada; ba^ka hiç bir al<is bırakmamış!
Bağdat — Is lanbu l. Halta Hcral — Bağdat -- Islan*
bul ve onuncu asır — ondokuzuncu, halta bu çün
bile bu zavallı edcbiyalı sürükliyenlerle ve hayranlarilo
yirminci asır. Ne geniş saha, ne uzun zaman. Bu
jfeniş sahadaki muazzam hadise dalgalarmdan ve bu
uaıın zamanda lekcvvün eden tarihten, Divan ILdebiyatında bir iz bile yok. Bu geniş sahada, bu uzun
zaman içinde esen hava, hep ayni miütik havadır,
dtyulan hep şnrnp kokusu I Galip, bize bu yokluğu
bir terciinin bent beytinde şöyle söylemekte; «Belâ,
şaşkınlık girdabını dalgalandırmada, kaptan yok. Y a­
zıklar olsun ki yokluk sahillerini, yalnız namevcut yok sesi tultu I
■
»
Şairlerimiz, mühim gördükleri hadiseleri, eğer bir
sanat gösterme imkânı varsa, eğer böyle bir fırsat
bulurlarsa güya tarihlerle tespit etmişler. Fakat bun­
lar da vajcalardan zijrcide şa^ıısla^ra,^ daha doğrusu şa­
hısların vereselerine, veresenin servetine
yapılacak
me zrj;_Uşmın heybet ve azam et i ne bağlı su n j şeyler.
Yazıldıkları divan, yırtılmadan, güveler tarafından
yenmeden önce okunmaz olmuş, kazıldıkları mezar ta*
şı, kırılmadan, düşmeden evvel silinmiş, mahvolmuş
yazılar! A dı Mahmut olanı < Makamı Mahmud » a yü­
celten, Halili cennette İbrahim Peygamberle eş eden,
bir bestegânn matemini, makam adlarını sayarak tulmıya, bir şairi, Peygamber’in şairi Hassan’la bir araya
getirmiye uğraşan, hatta «Kel Memiş, sanki dünyaya
42
^clmemi-v » gibi soğuk kelime oyunhuına mevzu olan
ruhsuz yazılar i On ycdinci asrın sonlaiMuhıki < Vak*
ai Vakvakiye» ye şairin birl^ bir Inrilı diı^ürmüş,
beraber okuyalım: tGöğüsU'i delen lolek b: gçiıvaıunı
seyret; Atmeydanı'na kavak ağdacını nasılda dikti!
Dallarına bunca çıplak vücudu aslı da .‘ıdela o ağa­
cın her yaprag"!, pejmürdelerin delici i oldu. Alenıjn
ibret hatifi şöyle tarih söyledi: Pek Ulu Inıırınm lVe
ecelin) lakclir bul» mü. Baki olan L'lu Iniın ulu ol­
sun
Hep ayni fatalizm, hep ayni mistisizm, hep
a y ı^ ^ a işkıniık ve mutavaat 1 ~No bir teessür, ne bir
isyan 1 Bunu okuyunca bize düşen söz de ancak,
peki, Ulu Tanrı ulu'olsun bakalım demektir.
Ayni teknikle ve ayni dü.^ünceyle Tiinzimatçı Ziya
Paşa da terci» bendinde ancak yen't koznıoğraîya
kanun ve nazariyelerini anlatmış, Mesncvi’den aldıg^ı
. dünyadaki zerrelerin hep birbirini yediğini, nereden
aldığını anmağ’a lüzum bİle j^öımedon gevelemiş,
herkesin Tanrı hakkında ayrı bir zanna düştüğünü,
fakat hepsinin de murallarmın bit olduj^unu, evet,
binlcrcc defa söylenen bu sözleri bir kere daha söyliycrek tasavvuf yapmış, dünyada kimisinin tlrvletle,
zevkle, kimisinin sefaletle, kederle ömür süidüğünü
söylemiş, nihayet her şeyin ranr» lnk»lirıylc. lueyflan»
geldiğine hüküm vermiş, her bendin sonunda » Tenzih
ederim Tanrıyı; akıllar, sanatında şaşırıp kalmışlar;
aklı, fikri olanlar, kudretine bakıp âciz olmuşlar*
I dır»
mealindeki beyti tekrarlamış durmuştur. Ayni
şair, ayni şiir parçasında «Yarabbi, bu ne iştir ki her
43
biItrili kişi, rkîcıl denilen bclûya düşmüş de Alemde
huzur ve istirahattan mahrum kalmış» (“ ) demekte.
Çok doğru, hakikaten de böyle akıl, bir belâdır in­
sana. Terkibi bendindeyse bu Tanzimatçı şair, bütün
yeniliklere muarızdır. Hatta «Bütün nizamlar, kâğıt­
larla ilân ediliyor. Tebaayı Ufla refaha ulaştıımn da
yeni çıktı»
diye g^azetenîn bile aleyhinde bulunur.
Bilhassa Frenk fikrine uymanın şiddetle aleyhindedir.
Nihayet diğer bir şiirinde «Devlete doğrulukla çalı­
şan kişi, mutlaka derde uğrar. Bu memlekete karşı
doğrulukla bulunmak, deliliğin la kendisi>('') der ve
«Bir senin çalışmanla zamanenin usulü değişmez ki.
Aciz bir kul, çnhşmasiylc takdirin hükmünü boza­
maz >(^^), «A efendi, zamana nizam vermek, sana mı
düştü ? ö y le merhemlerle bu yara onulmaz ki. Sen,
bu delice fikirlere sarılma, meramın rahata kavuş­
maksa asrın g^idişinc uy, varsın j»itsin N (*”) sözlerini
vezinle, kafiyeyle söylemekten çekinmez. Hülâsa bu
Tanzimatçının fikirleri. Terkibi bendindeki şu beyitle
hülâsa edilebilir: «H ü r öluıak istersen cihanın ne
zevkinde, safaşında ol; ne gamında, kederinde 1 »
ve «Harabat» ında «Bir şairin isteklerinin sonu, en
son istediği şey, bir şı^e şarabla bir yasemin yanaklT sakidir» (20) deyib işin içinden çıkar.
Hasılı Divan Edebiyatında hâyni-ve hayatiyet olmadığ^_gibLhayAta,.„b«lğlıiık yç,„ yaşama ihtirası da
jyokturJŞair, önceden de söylediğimiz jribi gününü
gün etmeğe çalışır! Onca mademki heışey mukad­
derdir ve kendi de nihayet ölecektir, herşey yok.
44
olup ^ilmededir, biryüıı tlalıa /cvk elınek kârdır.
Yaşamayı böyle yören bir adam; yîi;:atmayı düşünür*
ınti hiç? ILibeltc bu dü.«jünce sahibinin giden ağdasıdır,
îçelen pa.^ası. Elbette bu düşüncenin neticesi dalka­
vukluktur, neşesi sarhoş neşesi. Ve elbette bu fa­
talizm, bu derin melankoli ve ınislistzm, diınyad.'in
kabersizdir, müspet düşünceye yanaşmaz ve ierdiyctci bir sarhoş meydana j^ctirir I
Bu yazıda nesir olarak geçen örneklerin asılları
A yif-u
hû.';, cylfi im
iiıu ıc t
ib iıiA ilu ııı;ıc lıla ı
Is'
U;\v\c ı^\\v.c\
ic v
l)iı
va rışa
fr r ıl.‘i ) i
d ü ııv A y ;
n ü û iu ii
D ü u y â varim ış yâ ki yı>^ıtlııuı\. ne u m û ııın
3
VaV SİjvMvî 1;İVjİ «\CSV;'>»C-YÜ n iı;> 'llû l
S ik iiJ 'i
nı.-4s la b a - l lıâ n t- i
Aıı\u V c y f iy y c liın ’u
Z i'ılıid â lıâd e - i c ıı;;û ı
A y^-u
4
A le m i n
cy lc
lıâ li
.
h u c lu ı
<icU ttübUıt ıvyş o lu ı
lu ım n ıâ r
vîıkıl'-ı c s r â ı
nlaj^İM
ola[;<u
ile ovk;‘ır ıdaj^İM
.
.
c im e
..........................
^ikTıyrı n l
Ualk-ı c ilıfu ııit
lın ııın ;.
<ıûş
(icvıttc ic.slnıı-il Ji7.;'ı«lıiu v;‘uı>,a bii^ııulii l)û^
4S
lliiH iıp
ijiik ıe l
V ııs lıtâ
C e n â n î’ d o n b u
lııın dA iı
eyle pftş
prT ulî
o lu i) lıi c ıâ t ı i(,'üıı ç c k ın t' e le m
al»viil-i â le m
}>:lh ifâdî f'â h
};am
Îİ
K im Kİm
»(('Htı
/III
!!•' multMitlımn ıı*
oU)rUı* /tıht'kiı'k no
M iiK k ’a JcCviz-i lu ıif tr c l
K ı l sÖ7,ivm â ı i f
M ilin d i
G am -u
I ü»‘‘
Un«Uı
ne f l c m
ı.eJ( ne
Itcıle ı
is e n Rû^j-ı k a b û lc g e v h e ı
k e n d ü y e z ^ v k ı- lın e d ir â le m d e
fâ d i- i f ^ le k
lıü n c ı
b ö y le g e liir \»öyle ıjid e r
§
K lcy lia h â b ı R İb i ıne y U rıncd c b i r cv d t ıt u lıa n
İ k d ' j cnt;v»ı
b ir
A ls a lı u
d în
M c s t- ii
m c d lıü ş - u
H ia y a l)nş <,Rlui>a,n
ile d ü n y a y ı ^ a ıâ U a s n lu liiin
h a ıû b û liy - v l lti*b;»k
Nc
ti)iilk - ü
Ne
m ü lk - ii m ıU dcrı sıvûıe k ıls a
ıııâJ baıı;l
IC gerçi m ü f l i s ' ü
D e ın â d e m
(jö n ü ld c
(iö i^ ü m
ü y le
nakd-i
lıı/â n c - i
ın e s ı- u
o lu lin ^
vcrsu ı n r m n û n t ı n
m a lız û n a m
m u lı« k k a ı- ıt d ılııa m
Im y û l e y lc r o ın
k i K ii t r ı n 'a m
v efa }»cnci liy k
la ’ l-ü g ü lte r
p in liiin î
v e li
f<îfii
S
Hu .cilıiii) IviııısryO d(-j!>il h âki
l(,'clim d o lu d olu sun sûkî
§
n i ı n îm
nc^’c say bu ciliAniD b c h â n n ı
B ir sı\nar*ı keşideye tu t late>eârını
D il |;iııbi (Miıiısır olmn rrvA ini ki K â'ltrn in
]*ly lıAce yılda liir KÜjıUrüılcr i 'u b A ııu ı
§
46
10
S îııe d c
e v v e l ue m u ü n k
û ttû U r
vât
id i
§
11
Kcl.\ ıncvc - âveı*) ^;inl;ılj-ı lıu yrcl ııâ h u d â ın c fk û d
A<leıu s fılıillc iin luUf» dııit;ik
n:\-njcvc(ul
§
12
Ji:i^>l)âıı-) fclck~î
At
tn c y d iiıiın a
ŞâU sânna
.sîııe - k ild A zı se y re t
d ik tî
asup
^ectT-î
v ak v A lii
l)u n c;ı te n - î n r y â tn
O lt lıı [ n 'jn u ir d c lc ı ili d e f te r i
lu ı ovı;V<ı
J lâ ıil- i iliı<‘l-i Alem d<‘<lil( r i;‘u ilılt ı
llıil«ııı-i H ılıdii-i ı-ecl »('Ilı- ı.rlil(ıl lı/ılıi
lî
1^
14
S ıilih â D e
nıL ıı
la liiiy y e r e fi h i ı ı ı 'i l ı i l
S ü h b fıııe
ııtcjı
b ik u d ıe ıilıi
Y û r m ) u c d ii
O liM iıv
Im
>.ı’ c i / ii l
ukûl
f u lıû l
d C U ıd c lu'V ı m ı d ' i /.û- fii:ııın
hclA-yı u k l ile â iiu n d a a
Bu beyit, yalnız «lafların kıllısında asmalar budayıın» jfibi mânâsız dcğ^il. i Icın mânâsız, hem de bo­
zuktur. «Yarabbi, bn ne iştir ki her bilyi, her hüner
sahibi kişi, akıl belâsiylc huzur ve iatitahallan> masun
olmuştur diyemeyiz, mahrum olmuştur det iz. Huzur
ve istirahat, herkesin istcdig^i şeydir. Divım şairininle tek iatc<lig;i «vcy, meyli, ın:»hbupUı, çcnkli, çu^nneli
bir iıuzur ve istirahattır. Masun kelimesini iyi şeyler
hakkında deg;il, kötü şeyler hakkında kullanırız. D i­
van Edebiyatının ahenkli, uyuşturucu, adamı melankolik
ve mistik bir hale tfetiren, hem bir cemiyetin, hem de
47
bir ferdin nMnktnı boxî\n telâkkilerine nkıl »nhibi,
kapılınii/; «klı, onu bu nkibcticn mnsun kılnr gibi.
Fakcvt «lünun» kclinıesiyle kafiyeli olduğu için Ziya
Paşa, l)unu caiz jronnüştür. Zaten knliye, vezin ve
ohenk, bu edebiyatta neleri caiz görmemiştir ki ?
15
1‘^ j a k
ile îlâ ıı o lu n u r c ü ın lr. nızûm T ıt
l'Mlâ/: ile
IG
tc r f îh > i
r a iy y c t y e n i ç ık t ı
th 'jılc \)f;ıar İlim üadâkat else ell)Ol <lcvlclc
isûUivıncl nt;ıli7.*t ciıuıeUİr hu mülU-ü m illete
17
J liı
seciin .s.ı'yitı ıı,snl-i tU 'lırİ
A b (l- i âciz: ,s«'y
i|r
iH İıv li- i
In jjy îr
t a k d ir
cy lctııtv .
e y le m e z
§
18
S c ıı m i
U ıık lııı lıcy e rcnıH <telıre v e r m tıiıç ü n
Ö y le
ıııc t iıc ın lc r
ilC tu ılm a /, b u . y â re
i lliy d i n
J lü j
olm ak ei>er isler iscü olm a cihanın
§
10
Zevkıtuia, »ulâsuKİa,
yaıııındâ, kederinde
§
20
liir >;âirc nuint» h:\-yi
ınnksnd
liiı «fi^e şaı:U ı-u l>ir se m e n - h a il
n ıt A m
IV
Divan Edebiyatında mecazlar saltanatı
Divaı\ Edebiyatı, şöyle ılc Imlâsa ctlilebUir '• Ke­
limeler üzerine kurulmuş mecaz saltanatı. Bu saltana­
tın hüküm sürdüğü zihinde kelimeler, fikirlerin kalıbı
(ieğ;ildir; her an fikir, bu kelimelere kalıp olur. Fikir­
ler, kelimelerle if;<de edileme/; kelimeler, fikirle ifade
edilir ! Şair, düşünemez, düşündüğünü söyliyemeı:,
mutlaka aynı şeyleri, aynı tarzda, yalnız üslûp
lı^ususiyetiyle meşrep hususiyetinin meydana ge­
tirdiği bir ayrı renkte söyliyebilirse söyler. Maı:munlar hep aynıdır, mecazlar hep aynı, hlattâ bu
mecazlar hakkında kitaplar yazılmış, acemi şairlere
emekler verilmiştir.
Mecazlar âleminin ölesi ya­
saktır şaire. Fakat hakikî hayat da bu
mecazlar
âleminin, bu altı, üstü, önü, urdı kapalı avuç içi ka­
dar yerin Ötesindedir ve orada ancak halk şairleri, divan
şairlerinin beğenmedikleri halk şairleri vardır. Bu ede­
biyatta meselâ çınar ellerini açmış, yahut yummuş,
y^hut da soğuktan eli düşmüş bir ad.nmdır. Bâki, ba­
kan anlatırken «Cihan yeni can bııldvı, nebatata ha­
yat gfeldi. Selviyle çmar hareket etseler ellerinde (^) »
deı. Yahya, kışı tavsif ederken «Alemin soğukluğuna
bak hele; ilkbahar geldi de hâlâ çınar, ellerini koynundan çıkarmıyor (^) diye mırıldanır. Nedim « De­
renin ayağı, önce baştan donmadıını ki ? Yayut da
49
çınarın eli yeşillikte düşmedimi ki ('*)» diye sayıklar.
Bütün bunların sebebi, çınar yaprağının nasılsa vc
evvelce ele benzetilmesidir. Şair, bu yüzden ele bir
de ayak katar, ayag'a tabii bir baş lâzım. Baş, evvel,
başlangıç mânasına da gelir, işte bu acayip halita,
son beyti meydana getirir ve okuyanlar * Cemiyeti
elfaz — lâf topluluğu > var diyerek cn ziyade bu bey­
ti beğenirler. Mah yani ay dendi mi mihr yani gü­
neş sözü de ardından gelir ve bu son kelimenin sev'
gi mânasına da gelmesi, şaire bu kelimeyi iki mânada
kullanmak içİn bir vesile verir v t şair,.sabahı anlatır­
ken «Bilmem ki sabah, hangi ayın sevgisiyle (güneşiyle)
böyle ağlamakta ve her gün halka gizli bir doğ gös­
termekte (*)> der, Dag^lama, ateşle ojur, ateşin güneşle
münasebeti vardır. Nihan yani gizli kelimesiyle izhar,
yani gösterme, meydana getirme kelimesi de mâna
bakımından birbirine zıd iki kelime. İşte bütün bu ke~
limeler, beyte girdi mi ne de güzel olur bu beyit y al
Şair, divanının tamam olmasını ve (s) kafiyeli bir
gazelinin de bulunmasını ister. Kafiyeli sözleri birer
birer sıralar: Küus, harus, bu», nbonus, Feylekus. Ve
şarabı güvercin kanına benzetir, horozun gözü de kır­
mızı, sevgilini dudağı da laal renginde. Kadeh şaire,
dünyayı bambaşka, şeşi beş gösterir. CemMn dö böy­
le bir kadehi vardır. İskender'in de gemileri bir ay*
hk yoldan görüp yakan bir Camı cihannüması, dünyayı
gösteren bir kadehi varmış ya. İşte bütün bu evvelce
hazırlanmış, binlerce defa gevelenmiş şeyler, şöyle
garip bir gazel meydana getirir; «Yine kadehler gü­
vercin kaniyle dolarak kadehin dönüşü, bize bir hoDivan Edebiyatı : 5
50
ro2 gözü gösterir, bir neşe verir mi acaba? Mecliste
lani dudaklarının kadehini og^düm de şarap kadehinin
dibinde kalan yudum, beni pek beg^endi, gelip ayağı­
mın bastığ^ı topragfi öptü. Yanağına büklüm büklüm
saçları dökülmüş; yüzü, âdeta tutulacak yeri ve per­
vazı abanoz bir aynal Eğer Feylek*os'un oğlu İsken­
der, dünyayı gösteren yüzünü görse aynasını icat
etmeye lüzum görmezdi... (•')> Pervane kelimesinin
löylenişi pervane de olabilir. De»hal şair tPervanc
ıçığın koynuna gömlekle girmede; aydın bir gönülle
ıjığın içini kendisine yer etmiş, (*) ne pervası var ki?
beytini sÖyleyiveririr. Hatta kelimenin yazılışı, bir baş­
ka mâna verirse şair, bu fırsatı hiç kaçırmaz.
Cut,
cömertlik, el açıklığı demektir. Fakat meful halinde
Cudi, Nuh peygamberin gemisinin oturduğu dağın da
adıdır. A kik Yemen'de olur. Alelade taşken Süheyl
yıldızının tesiriyle renklenir. Bu da araya girdi mi
işte güzelim bir beyit; «Eğer Cudinin Süheyli, ziyasile feyiz verirse Yemen ülkesi, akik suyu üstünde
Nuh gemisine döneri (^)>
Bir iki örnek daha: Güneş, Hamel yani koyun
bürcüne girdi, nevruz oldu, bahar geldi değil mi?
Şair der ki: «Devri zamanede öyle bir vezir ki koyun
bürcündeki güneş bile onun mevkiine ve ululuğuna
nispetle âdeta bir koyun eminidir! (*)*
Ayak kelimesi hem ayak, hem de kadeh mânası­
na gelir. Desti de hem eli, hem de bildiğimiz testi.
El, ayak; başı, koltuğu hatırlatmaz mı ya ? Beyit ha­
zırdır: «Gâh desti ( e li) , başının altında, gâh ayağı
51
(kadehi) koltuğunda. Gam hastası, düşe kalka scvgîlİBİn lQtuf kapısına dûştû, yıkıldı! > C*)
Küçük bir sevgili, kuzucuyum diye
sevilebilir.
Fakat bu kelimenin hatırı için koyun unutulur mu hiç?
Ve şair hemencecik « Hava sertleşti, soğudu, kuzucag'im, koyundan çıkma (*°) > der ve bir an içinde
okuyanın burnunu bir koyun, bir agıl kokusudur sa­
rar I
BÖyün mutlaka sclviye, saçın sümbüle, gfözün nerkiic, knşm yaya, bakışın oka, kirpiklerin mi7.rag;a, ya­
hut temrene, dudag’ın laale, göğsün aynaya; yahut
^ülûn padişaha, bülbülün âşıka, çimenin döşemeye,
|bilmem neyin bilmem neye benzedig;inden kâfi derecede bahsetmiştik.-Şu ..edebiyatı bîr asrileştirsek, me­
sela tank gûg:üslfl, tayyare gibi uçarı, kıtdım ı şarap­
neller saçan, bomba gibi patlıyan bir sevgilinin alarm
gecesi gibi zülüflerinden bahsetsek, böyle bir gazel
yazsak tuhaf mı olur dersiniz? Fakat ayni şey de­
lril mi? Maamafih zamanında bu tuhaflıklardan da nü*
uuneler verilmedi değil. AH Emirî merhum, bu çeşit
gazeller yazdı ve meselâ « Telsiz telgraf» redifli ga­
zelinde telsiz telgrafla Tanrının kudretini ve varlığı■ı anladı ve anlattı. Sağ olsaydı bu günkü savaş tay­
yareleriyle ve tanklarla da acaba Tannnm adaletini
anlar ve anlatırmıydı dersiniz?
Hasılı divan şairleri, ilhamlarını tabiatten, iç ve
dış âlemden değil, birbirlerinden ve divanlardan alırlar,
tlham perisi, onlara elifin boyundan görünür, mimin
ağzından söyler, yahut henin gözlerinden güler.
Ba peri, eski divanların arasında küflenmişti, fakat
52
şimdi hiç kalmadı. Eskileıce bir İnanış vardır : Kita*
bin ilk yaprağının üstüne «Yâ kebîkcc» yazılırsa gü­
ve yemez. Kebîkec, kitapları güveden koruyan mele­
ğin, yahut cinin, şeytanın adıdır. Hocanın bİri, mol­
lasından bir kitap ister. Molla, kitabı eline alınca
rar ki lime lime; güve delik deşik etmiş. Hocam der,
kitabı güve yemiş I Hoca bağırır: Y a Kebîkec ykz~
madınmı? Molla cevap verir« Yazdım, yazdım ama
önce Kebîkecl yemiş de sonra kitabı yemişi Yangına
karşı evleri koruyan « Y a Hâfız * levhasiyle kitapları
koruyan «Ya kebîkeo yazısı, asırlarca bir iş göre­
medi; levha kırıldı, Kebîkec yendi. Zaman güvesi,
artık divan edebiyatının perilini de, bu perinin ilham
ettiği bahan da, hazanı da, neşeyi de, elemi de ve
bütün mecazlar saltanatını da yedi, bitirdi, önce Kebîkeci yedi de sonra Öbürlerini I
53
Bu ,yazıda neşir olarak geçen Örneklerin asıUan
T Azc cno b u k h ı c ih a n e r d i n e b A lııia h a y â t
'^ E lle r in d e
h n rc k A t c y lc s c lc r scrv - ü (,'cnftr
§
G ö r A le m in
b iir O d c t in î g e ld i n e v b e b .lr
K o y n u n d a ıı
c llc ıîn i
d a h î çenAr
§
A y â^ı donm adı
Ya
düşm edi
m ı c û y ın
e v v e lâ b a ş t a a
m i <^eDârıo c lî ç e m e n d e m e ğ e r
§
K a n f^ ı
İle r
lu A lıın
gün
b tlın e / c tıı
ın ih r iy İR
<ıhi)u;^ r.Ar s u b h
e y le r h a lk a b i r dAg-ı D İh a n
ızh & r s u b h
§
H û n - ı k e b û t c r île p ü r o l u p
D e v r - î p i y â le
'M e c lis t e
g ö s te re
c âm > ı Ia 'l* i le b in
T a h s i n le r e t t i c ü r ’a b a n a
R uhsârM
y in e
küûs
m î d îd e - î h a r û s
v a s f ın e y le d im
k ıld ı
bAk <■ b û s
sâf> u p&ki h a m - î z ü lf - i y&rde
A y i n e d i r k i d e s te v ü
pervâzı âb u n û s
C â r n "! c ih a n - nflın& - y ı cem fk lin g ü ıe y d i ger
E tm e /d i
v a z ’>ı fıy ıu c
(crzend-1
F c y le k Û s
lU k i
5
G ir e r k o y n û n a
ş e m 'in g îc e p îr â h c n ie p erv& n e
D e r A n u o d a y e r e t m iş t ir d il- î r û ş e n le p e r v i ne
Yahyn
5
54
7
Vâye - b*hş olsa ig er tâb-ı sühcyl-î cûdî
Keşti-î Nfih’ü döner &b>ı Jkkik Uıt« Yeme*
Nedim
t
V cılr>i dcTr-i zernan kim ham eldcki bur^fid
C'clAI-ü c ituıı» ııitiLcllc bir cııılıı-i i'aııcııı
N edim
Ü
9
Cıehi zir-i serde deslî gch ayigı kolluğunda.
Düşe kalka basle*i gam der*i lûlf-ı yâre düftii
Şey G alip
§
İÜ Serd oldu bevâ çıkma koyundau kuzucâ^ın
Nedim
Şehir-İstanbul
V e Divan Edebiyatı
Divan edebiyatına saray ve enderun edebiyatı di­
yenler oldu. Hemen her şairde tesadüf edilen padi­
şah, şehzade, bazan sultan vo umumiyetle vezir me~
dihleri, savaşları öğen ve majjlûbîyetle neticelense biU
padişahı, misli görülmemiş muzaffer bir kahraman haline sokan kasideler, yapılan saraylara, köşklere, çcş**
melere düşürülen tarihler ve bunlara benzer daha nice
bayag;ı şeyler düşünülürse hakikaten bu edebiyata
saray ve enderun edebiyatı diyenlerin hakkı vardır.
Fakat asıl bu edebiyat, yapmacık bir şehir edebiyatı**
dır, hem de yalnız İstanbul şehrinin edebiyatı.
Divan edebiyatında umumî olarak ve ancak <Şeh~
name> den ilham alınarak İran ve Turan adlarına,
vaktiyle nısfı cihan sayıldığı için İsfahan’a, HafızMan
itibaren ve yine ancak Hafız tesiriyle Şiraz’a, laal çık­
tığı için Bedahşan’a, akik çıktığından Yemen’e, misk
ve nafe münasebetiyle Hıt'a ve Huten'e, zülüf, yahut
kaş ve ben dolayısiyle Hind, Habeş ve yüz, aydınlık
ve güzellik dolayısiyle Rum ülkelerinin adlarına... böyle
hiçten ve lüzumsuz münasebetlerle bir kaç şehir ve ülke­
nin yalnız adlarına rastlarız. Bu edebiyatın nemalandığı
topraklardaki şehirlerden, Anadolu ve Rumeli şehir­
lerinden bula bula Edirne, Bursa ve Manisa’yı Mev­
levi şiirlerinde de fazla olarak Konyayı buluyoruz.
56
Bu da padişahın zaman zaman Edirne’de, Bursa’da,
Manisa’da bulunması ve Mevlâna’nın Konya’da yatması
yûzündcdir. Ve şair, İstanbul’u nasıl övmüşse ve över*
se bu şehirleri de öyle övmüştür ve Öyle över. Ha­
vası. g-üzeldir bu şehirlerin, suları lâtiftir. İçlerinden
akan sularla yeşillikleri, adeta mavi atlasla bezenmiş
yeşil bir kumaşa benzer. İnsanın canına can katar bu
şehirler ve
abıhayatı, buralardaki sulardır.
İskender, bu suları aramıştır da bulamamıştır. İran’da
bahçelerinin benzeri yoktur ve nihayet bülbülleri, hiç
şüphe yoktur ki padişahı, yahut sevgiliyi ög;er, g ü l­
ler sevgilinin yüzüne bakar da utanır, selvilerse ner
de onunla boy ölçüşecek? Hep bu, hep bunlar, hep
bu nag;melerl Ülkeler alınır, şehirler kaybedilir. Bun­
ların adları, yalnız adlan, şairlerin düşürdükleri tarih­
lerde, tarihçilerin şaşırdıkları vakayinamelerde anılır.
Hep İstanbul’u öven divan edebiyatında acaba İs­
tanbul’u bulabilir m iyiz? İmkân mı v ar? Divan ede­
biyatı şairlerinin en büyüklerinden birine, Nedim’e göre işt^.Ut.anbul:
< Eşsiz örneksiz, bir taşına bütün Acem ülkesi fe­
da olsun. İki deniz arasında yekpare bir inci, âlemi
aydınlatan güneşle tartılsa yeri vardır. Bir nimetler
hâzinesi ki incisi, ikbal ve devlet; bir İrem bag^ı ki
gülü, şeref ve yücelik. Yüce cennet altında mı, üstün­
de m i? Hakikaten de bu ne hal, bu ne hoş hava ve
su I O nu dünyaya deg;işmek insafa sığmaz, gül bahçe­
lerini cennete benzetmek hata..........Camilerinin her
biri bir tecelli dag;ı, oralardaki dua mihrapları da me­
leklerin kaşları I Sokaklarında bilgi kumaşları satılma­
57
da. Hüner pazarı, bilg^i vc bilginler madeni I Mcsçillerinin her biri bir nur kaynağı; kandilleri ışıkla ay gi­
bi dudag;ına kadar dolmuş. Kaynakları insana can
bag^ışlamada ; hamamları cana sefa, ruha şifa verme­
d e ........ 0) » Ve bu, böyle gider işte. Biraz sonrada
hemen Damad İbrahim Pnşa’nın medhine girişilir; za­
ten bu mukaddime, o medih için yazılmıştır. Nerde
bo^az, nerede Haliç, nerede Çamhca, nerde Mar­
mara ve A dalar? Nerde Galatanm, fetihten beri
meşhur olan meyhaneleri ve sefaheti, sefaleti ? Nerde balıkçı kahveleri, koltuk meyhaneleri ? Nerde o
zamanlardan beri halk yatag;ı olan Aksaray, Haseki,
Samatya ? Nerde sura yakın ve sur dışı mahalleler?
Nerde birbirine çatışmış evler, gün görmez sokak*
1ar, çıkılmaz yokuşlar, inilmez yarlar, bozuk kaldı*
rımlar, zifiri karanlık, lutufkâr ay ışığı ? Nerde me­
zarlıklar, selviler, mezarlıklarda geceliyen diriler, ay­
va sarısı yüzler, kan kırmızı külhanbeyler, hamurla
beslenen, samurla gezen beyzadeler, koçu arabaları,
kibar gezintileri, konak yavrusu evler, saray bozması
konaklar, kolfnlar, halayıklar, îıarem ve selamlık?
Nerde ziyafetlerle korunan makamlar, iftarlarla alı­
nan cennetler, kara vicdanlı ak sarıklılar, keramet
tellâlı şeyhler, medrese ve tekke, daraağncı ve ke­
ment ? Nerde tokluk, nerde uçhk, nerde Yeniçeri
isyanları, korku, ümit, hile, rüşvet, mevki ihtirası vc
can kaygısı ? Nerde, nerde İstanbul ?
Sâdâbâdı anlata anlata ,bitiremiyen Nedim, Cetveli
sim de bir zevrakçeye bindi mi,' cennetin yanına, ya­
macına varacağına kani; Tavanlıköprüyü, güzelleri
55
seyrcimcic için kurulmuş görmede; toprağını Tatar
diyarına, sizde böyle misle olurmu ki diye seher yeliyU
g'ondcrmeyi kurmada; «Şehname» dc böyle bir şey
ülmadıg^ına göre Kiaralar devıindc ben/.cri bulunma­
dığını söylemede, ejderhanın ağzından akan abıhaya­
ta imrenmede, köşkünü, yine ve yine cennet köşkle­
rine benzetmede (^), sevgilisine «Çubuklu pek kala­
balık, Göksuyun da havası hoş değil; tenhaca Sâdâbâda gidelim 0 > diye teklifte bulunmada, safdiller
de hâlâ, yalnız bu adlan duyup Nedim’in İstanbul’u
Öğdüğünü, lâle devrini ve on sekizinci asrı olduğu
^\h\ resmettiğini sanmada 1
İstanbul halkı ve taassup, bu sefahate kızar, Y e ­
niçeri ocağı için için kaynar, Ibrahim Paşa, bu hoşnut­
suzluğu görür de görmezlikten gelir, üzüntüsünü
şarapla avntur, padişah, her şeyden habersiz, derin
sarhoşluk humariyle gerinir dururken Nedim, kasrın
etrafında yer yer taze ay yüzlülerin dolaştığını, hep­
sinin de sürmeli gözlü, şirin sÖzlü, Leylâ y ü zli
ahular olduğunu, suların alkış seslerini andırdığını ve
ancak adalet sahibi padişahı öğdüklerini (^) söyle­
mektedir. Nerde Utanbul vc İstanbullu? Nerde borç­
la geçinen divan kâtibi, yannın ne olacağını bilmiyea
esnaf, rüşvet ve mürabahayla korku içinde birVsaltanat süren tüccar, gününü gün edemiyen hbik, her şeye
isyan eden ocak, tabasbusla ynşıyan paja, hatta en­
trikalar yuvası saray, içten yıkılış ve dıştan şatafat?
Nerde İstanbul, nerde İstanbullu, ncrdc ncrdc?
Tabiî manzaralarını tabiî güzelliğini, tabiî yüzünü
{göremediğimiz İstanbul’un zavallı İstanbullusunu divan
59
edebiyatında beyhude aramamalı. Bu edebiyattaki l i “
tanbul, şairlerin sarhoş kafalarındaki yapmacık İstan­
bul’dur, bu düzme İstanbul’un bir kaç yerinin adı vc
bazan bu yerlerin yine bir sarhoş kafadan do jnn, bir
dumanlı g^özle görülen ve çetrefil, yapma ve yayvan
sözlerle öğûlen sun'î manzarasından başka Istanbur»
ait bir şey yoktur bu edebiyatta I
Bü yazıda nesir o larak geçen yazıların aaıUart
1
Bû
5ehr-i
Sitanbûl ki bî - ntiaUti bchAdtr
Bir seogioe jckpâıe Acem mülkü
f2d,^dır
H alli Nihat teıtibi, S 57— 68,
S
2
Aynı <lİT«n, S 52— 53, 6 3 — 64,
3
Aynı divan, S 154, beyit, 14,
4
Gf7.ctmi; kasrın eu&ftnda yet y«r iiz t mch-ıûltr
§
8
Mükahbal göılû şîrin »özlü Leylî yüzlü fthûlar
llem an alkif sadûsın andırırmış çağlayan sûlar
Ederlermiş durısın p&di)/lb>ı ma'delel-kArın
Nedim - ŞarktUr
VI
Divan Edebiyatında Köy ve Köylü
Şehir vc şehirlinin hakikî bir izi bile bulunmıyan
(livan edebiyatında köyü ve köylüyü aramak, o ka­
dar abes bir külfet ki I Divan edebiyatında köyün izi
yoktur ama köylünün sözü vardır. Bu edebiyatla
köylü «Türk> dür. En meşhur divan şairlerinden biri
C âh ilim tiirk-i nierkeb -etvânm
dedig^i gibi
Tıirke H ak çeşme-i irfanı harâtn diniştir
K.
mısraı da bir mühkem kaziye haline g-elmiştir. Anadollu vezirler, sırası gelince «Türk> diye sög^ülür ve
Fakirî cTariIat> ında Rumi’yi, yani şehirli münevveri
zarafetle, bilgiyle övüp bunlann kimisinin kâtip, kimi­
sinin şair (yani hepsinin de dalkavuk) olduğunu söy­
ledikten sonra münafık, ve birbirini çekemez oldukla­
rını da ilâve eder (^ . Türke, yanİ köylüye gelince
d e rk i: «Sırtında kürk, başında börk. Ne mezhep
bilir, ne dinden anlar. Aptes filan şöyle dursun,
yüzünü bile yıkamaz. Mezhep ehli daima bu sözü
söylerler : Yarabbi, aşağılık kişiyle çoban şerrinden
sen sakla I (^)
Ve köylü, bu hakaretleri kabullanmış, hatta ka­
nıksamıştır* Sırası geldijcçe o da, o zamanlardan kal­
ma «Türk ne bilir bayramı hk lık içer ayranı; Türke
61
beylik vermişler, önce babasını öldürmüş; Türkün
bildig^ini tilki bilmez» gibi ata sözlerini söyler; Türk
dcgilmiyiz, kusura bakma diye özür diler, Türkün
ycdigfi yal, g iy d iji çul der, Türklük baş ağrısmdan
çetin diyerek kendi kendinden şikâyet eder 1 Söyle­
meğe hacet yok ki bu telâkki, münevverden halka
inen, şehirden köye yayılan bir telakkidir.
Hiç olmazstt Tanzipıatçıların alafrangası Abdülhak
HâmidMe <Bedevi > adı verilen bir köylü ve cenne­
te benzer bir koy var. Adam, köylüyü balla, pek­
mezle beslenir, kaymakla, börekle gelişir, kaygıdan
uzak, neşeyle eş canlı bir sultan; köyü de zümrüt
yeşillig:i solmıyan, altın ekini tükenmiyen, masallar
ırlıyan billûr deresi bulanmıyan bir saadet yurdu
sanmış ve :
B ir zam anlar karâr agâhım idi
Bedeviler gibî beyabanlar
Diyerek hakikaten böyle köylerde bulunduğuna ina­
nanları inadırmıştı. Hiç olmazsa Fikret «Yeşil Yurd»
unda kartpostallarda görülen köyleri sayıklamıştı. Hiç
olmazsa beşlerden biri, köyde bir « Çoban çeşmesi »
ni hecelemişti. Fakat divan edebiyatında bu inanış ve
inandırış, bu sayıklayış ve heceleyiş bile yoktur. Ço«
ğu timar ve zeamet sahibi olan divan şairleri, köy­
lüyü yeyen ve ancak sofrasından artanı şairlerin ba­
şına atan, ancak etini sıyırdığı kemiği şairin suratına
fırlatan köy ağalarını bile övmemişlerdtr I
62
Bu yazıda nesir olarak geçen Srneklerin asılları
Nedir kimlcrdûntiı bildin mi R ûm î
K.ÎU h&Mİ z&ı&felle ulûm i
XimS raünçi dcrîle kim i f&ir
Z«r&fetlc kıLilar 5İbr~i sübir
Velî ciiikço BuUbel iUifrıkl
Çekerler birl biıiac tıif&kı
§
Kcdir bildin mi sea âlemde TûrkU
Olü e^Dİodc kUrkU başta börkli
Nc mezheb bİle ne din ut diyâoet
Tumaz jrücio nice abdest tab&ret
ilcseldir bûiDi derler ebl-i mecheb
Avam çoban şerinden aakla yjnrab
V»
M e d ih ve Divan Edebiyatı
Fuzûli’nin <Şikâyetname* si, devrinin memur zih­
niyetini, rüşvet düşkünlüğünü, ahlâkî rezaletini olduk­
ça kuvvetli bir surette ve hiç olmazsa yalnız bir
cepheden sföstermededir. Taşlıcah Yahya, Mustafa
Sultan g-ibi âlim ve şairleri koruynn, halka kendisini
sevdiren
mert
bir şehzadenin
hiç yoktan ve
babasının
huzurunda boğdurulmasmt
büyük bir
cesaretle protesto etmede, sonradan Rüstem Paşadan
rezilcesine af dileyerek evvelce yazdığı yazıyı inkâr
edecek kadar küçülmekle beraber hiç olmazsa bir
aralık içten g^elen bir isyanla vezire, hatta padişahahaykırmaktadır. Ruhi, terkibi bendinde devrini değil,
bütün devirleri, devrindekileri değil, bütün insanları
tenkit etmede, hilkate bile itirazlarda bulunmadadır.
Fakat doğrusunu söylersek ne Fuzûli, bu ahlâki düş­
künlüğün sebeplerini araştırmış, ne Yahya, bu saray
faciasını doğuran ihtirası bütün seyriyle bize göster­
miş, ne Ruhi, bu acı ve umumî tenkitte insanlığın haline
bir çare aramıştır. Esasen bu söylediklerimiz ve daha
bunlar gibi bir kaç sönük, bir beyitlik, üç cümlelik
örnekler, divan edebiyatının asırlar süren bulanık
akışına karşı çıkan üç beş çürük setten başka
nedir ki?
Halbuki bunlara karşılık medhi ele alalım: Her
64
şair, zamanmdakileri^ ahlâklı, ahlâksız, iyi, kÖtü,
bütün zamântnclaki büyüklerimdeki), büyük tanınanları
da değil, mevkiiyie büyük olanları, hattâ bunlar İçin­
de birbirlerine rakip, muarız ve düşman olanları ba*
zan birer birer, bazan aynı zamanda methetmiştir.
Hem de nasıl mcdilı ve ne sudan medihler? Bunlar
bir kaç sınıfa ayrıhr; Padişah medihleri, vezir mcdihleri, şeyhülislâm ve kadı medihleri, defterdar ve**
saire medihleri. Üslûp hususiyeti müstesna bu medih1er, bu kısımlar içinde hep birbirinin aynıdır.
Padişahlar, CemMe, Dârâ ile, Kisra’larla, Kcyhusrev’lerle, Nuvşirvan'la,, Feridun’la karşılaşlırılır. Cem,
padişahın meclisine özenir; Dârâ, ululuğuna meftun­
dur; Kisra, büyüklüğüne hased eder, yüceliğine hay­
randır. Keyhusrev, yahut İskender, bu padişahın sal­
tanatını gförünce şaşırır, ağzının suyu akar. Nuşirvan'la Feridun, adaletine parmak ısırır. Bazan bu geç­
miş şahlardan biri kapıcısıdır, öbürü perdecisi. Biri ri-*
kâbında yürür, öbürü önünde yeler. Padişahın kadri
g^ök gfibidir, g-ölg-esi hüma kuşunun g-ölgesi. Dokuz
kat gök, onun yücelik sarayının basamaklarıdır. Din
ona sığınır, iman onunla kaim. Tanrının g-ölg-esidir.
Güneş, atının ya nalını öper, ya özengisini* A y, onun
bir emir çavuşudur. Müşteri, ya kadısıdır onun, ya'
hut yüzük kaşındaki bir taş. Zühalle Merih, yayiyle
okundan tirtir titrer. Utarit de yazıcısıdır, Zühre,
meclisinde çalgıcı. Aklıkül, ona hayran,.bir kul. Dün­
ya onunla durur. Halk kan ağlar, kara çullar giyer­
ken şair padişahın zamanındaki adaleti;^ hani şu hür*
riyet ablanın kardeşliği adaleti, bütün dünyaya hâ­
65
kim yapar, kurtla koyunu bir arada jfezdiîir. Peyg^amber postunda oturan bu karaltı, Ebubekir gibi
sadakate sahiptir, Ömer gibi adalete. Vesaire vesaire.
Vezirler, hep Asaf'tır, hani şu Süleyman’ın veziri
o'an, hani şu Belkis^in tahtını g-öz yumup açıncıya
kadar SebaMan Kudüs'e getiriveren Asaf. Hepsi de
Aristo gibi akıllı, Eflâtun gibi kâmildir bu adamların.
Rüstem gibi yegit, Kahramanı kaatil gibi yaman olan
bu adamlaıın dünya, hükmündedir. Avuçlar» deniz­
dir, inciler saçar; kıllı kılçıklı yüzleri güneştir, nur gibİ
parlar. Bahtları yaver, talihleri kutludur, tabiî hepsi
de boğulunciya kadar, işte bu da hep böyle gideri
Şeyhülislâmlara gelince : Bunların hepsi de ciha­
nın nllâmesidir, şcr'ln pirayesi. Ümmet, onlara sıj^ınır.
Aklı evvel, köleleridir, kendileri de zaten on birinci
akıl I içleri, Ebuhanife'nin bilgileriyle doludur. Zama­
nenin (etvasmı bunlar verirler. Ahlâkları pek yüce­
dir. İbnıh acıb kapıcılarıdır, geçmiş âlimler ve meflelâ
Ibni Sina perdecileri. Her sözleri, şeriatn^ ash, emrü
işaretlen K uranın tefsiri, hem de ne gariptir ki fetva
makamı, hep bu adamların yarliğiyle ziynetlenir durur l
Öbür medihler de hep bunlara benzer. Cem, üârâ, İskender, Feridun, Nuşirvan. Yahut yedi yıldız,
oniki burç, dokuz kan ^ök. Rüstem, Efrasyap, Tehemten, Pcşcıik, HClşenk, Astd, Si'ıleymnn. Aklıkitl, Aklı
fa'âl. Aklı evvel. Arislo, Eflatun, falan filan, bahname*
deki adlar. Kitabı mukaddesteki hikâyeler, Batinmyos
mesleği, Aristo mantığı. Evet, medihler, hep bu
mihver etrafında böylece döner gider. O kadar bir­
birinin aynıda* bu medihler ki şeyhülislâm methinde
D iv ım
E d e b iy a tı —
ö
66
dc Cem, Dârâ, Nuşirvan ?eçer, defterdar medhinde de.
Şair söylemese padişah mı övülüyor, şeyhülislâm mı,
vezir mi, defterdar mı? Anlıyamazsınız. Yukardaki tas­
nifimiz de tam delildir, çünkü medihlerde şair coştu
mu, tedahül başlayıverir ! Eline gürz dcgil, çakı al­
mamış, pamuklar içinde sevile sevİle büyümüş pelte
Kazesker Rüstem olur, şarap içeni öldürmiye diş b i­
leyen şeyhülislâmın meclisinde Cem sofrası kurulur,
gölgesinden ürken vezir, aslanlara galip gelir, Efrasyab*ı titretir, eliyle adam öldürmekten zevk alan padişah,
adalet timsali kesilir. Üslup hususiyeti bertaraf, bütün
bu medihler birbirinin aynıdır. Bâki de aynı suretle
över,
Nef'i de. Yahya da aynı tarzda medheder,
Nedim ve Galip de. Sultan Ahmet nasıl övülmüşse
Sultan Mehmet de öyle övülür. Veli paşa nasıl medhedilirse deli paşa öyle medhedilir. Ebüsuud'a yazılan
medih, Ebülfutuh’a sunulsa hiç birşey çıkmaz. Sonra
dikkat edin; gökler basamak, yıldızlar hizmetçi, ö lü p
çürüyenler huset ediyorlar, geçip gidenler hizmete
geliyoı lar, İsmi var, cismi yok zümrüdüanka başının
üstünde uçuyor, vehimden doğan nklıkül el pençe
huzurunda divan duruyor. Şehname'de adı geçenlerin
hepsi, sahifelerden fırlamış, misal âleminde birer hftyalî cesede bürünmüş, medhedenle medhedilenin göz­
lerinin önüne dikilmiş. Bu, bir medih mi, alay mı ?
Hasta mı bu adamlar, yoksa eg’lcniyorlar mı ?
Sözü uzatmıyalım, divan edebiyatı bir medih ede­
biyatıdır, fakat alay gibi, uydurma ve yapmacık bir
medih edebiyatı I
Not : Ö r n e k iç in haD gi ş a irin hAn|;i kA-sidcsitıe b ak arsanız b t k ıo !
VIII
Tenkit, Hiciv ve Divan Edebiyatı
Divan edebiyatında İnsanî _ve ,at)lâlci, zekâya müs­
tenit ve hakikî hiciv ve tenkit arasak, bu maksatla
bu edebiyatı baştan başa tarasak elimize noksan, ek­
sik ve çok küçük bir mecmuactk jfeçer mi dersiniz ?
Umumyorum. Bu edebiyatta hiciv, tahkir ve terzilden
başka birşey deg'ildir. Buluş yok deg'ildir. Bu vadide
çok, pek çok yeni, yakası açılmadık buluşları vardır
şairlerimizin. Vezin ve kafiyeli sövmenin daniska­
sını bilir onlar. Fakat buluşların hepsi de birbirinden
bayag^ıdır. Bu çeşit buluşlarda adeta ibda kudretini
gösterirler.
Aynı zamanda bu hakaretler, şahsidir de. Şair,
en {azllelU bir adamı, her hangi bir vesileyle rezil
rüsvay eder. Bu hususta nasıl örnek verelim, şaşırdık
doğrusu. Hicvettiğ'ini, hıristiyan patriğinin donmuş
ve tecesBÜm etmiş zartasına benzeten şair,
Dehâri-u gabgab-a enfîne nisbet paktır kat kat
d iy e başlıyor. İkinci
m ısraını
yftzanııyacag;i7.; bilmi-
yenler bilenlere sorsunlar!
Divan edebiyatında alay (mizah) da böyledir.
Şair, söylenmez bir uzvunun rezilce marifetlerini sa- »
68
yıp döker ve bununla alay elıni.'j olur. Bir c.cıniyetin
y.evkı, bunlarla terbiye edilirse elbelle ni’ıkteleri, bel­
den yukarıya çıkamaz ve şakaları yüz kızailır. Böyle
nükteler sarfını âdet edinen bu çeşit şakaları kanık­
sayan bir topluluk da elbette menfaatine yardım edeni
över, kızmca söver ve âciz kalınca da döv( r !
Bu bahsi fazla
eşe'emiyelim. Sözün
kısası
öyle Över divan şairi, böyle eğlenir ve böyle söver
işte.
IX
Divan Edebiyatında hikâye ve kıt’ala r
Bil muayyen mevzuu, bir ba.«lanîficı ve sonu ol­
ması ve bir macerayı hikâye etmesi bakımından di­
van edebiyatının en canlı ve bize en yakın yazılan
hamseler olmalıdır. Akıl, böyle olmasını ister ve böyle
dir sananlar da '»ok değ^ildir. Fakat ne layda ? A k­
lın kanunları, ınakulâl âleminde yürür, akıllan hay­
retlere düşüren şeyler bile yine akılla takdir edilir.
Divan edebiyatıysa akıl sınırına yanaşmamıştır bile.
f3u edebiyatın hamsede, yani beş hikâye yazmada,
daha düzcesi hikâyede iki yolu vardır :
Y n s u f’la Ziıleyhn, Hıısrev’ le Şirin,Leylâ ile Mccnun,
Vanııl; ile Azra jj^ibi defalarca yazılmış, umnmileşmiş,
işlenmiş mevzuları hazırca kullanmak ve hikâyeleri
bir kere <liiha yazmak, bu suretle önce yazanlardan
üste çıUrn.ıjra, daha jrüzci yazmağa çabalamak. Mev­
zuu tayin edilmiş tahrir vazifesi g^ibi birşey !
Yepyeni bir mevzu bulup onu işlemek. Bu İkin­
cisi s.'ihiden böylemidir ? Divan edebiyatında yeni
mevzu bulmak, inanılır şey d e jil bu. Anlatmak için
böyle (itmek zorundayız. Fakat bu edebiyatta yeni
mcv/.u olamaz. Bu edebiyat, kullanılmış eşya saldan
bir |),r/,;ıı fİM i Jurada yeni bir şey j^örülse bilt' mut­
laka (.‘skidir. Silinmişi ir, süpürülmüştür; örülmüştür ;
boyanmışıır, ülülenmiştir de yeni diye yullurulmıya
jrcliıiluıişiir.
1lüsnü A şk ” yıllarca yeni sanılmıştır
ama ^ürıüıı iıiriade bu mevzu, Fuzûlinin ^’tSihhatü
70
Maraz» ında çıkıverir. Bir müddet sonra bir <lc ba­
karsınız, bir İran şairinin de Hüsnü A şk ’^ diye
bir hikâyesi vari Nev’i’nin hamsesiyle Galib’in Hüsnü
A şk^, tamamiyle muhayyeldir. Hakikî hayatla zerre
kadar nl.îkalı deg^ildir. Bu edebiyatın mccnzinrının
liaşir neşir olduğu bir kafa, bu masalları dinler, mest
olur. Fakat bu masallarda hakikî bir değer aranamaz.
Aşk, kızıl atına binmiştir, ah kılıcmı çekmiştir, sürüp
gelirken bir de bakar ki önünde ateşten bir nehir var,
kıyısında da
mumdan kayıklar.
Bu
kayıklardan birine binilip karşıya geçilecek. Fakat aşk,
g-ayretli delikanlıdır. Söz, onun kılavuzudur, gayret
lalası. Beyzademiz, atını ınahmızlar ve bir alev gibi
o atçş ırmağının üstünden
Karşı yakaya çıkart
Ejderhalarla uğraşır, cadılarla savaşır, kuyulara düşer,
bir g^öljfe olur, bir sesten ibaret kalır. Güneşin, ayın
ışığı bile delikanlıya ağır 4:dir !
Sonunda bir ha­
disten alınma Zâtüssuver şehrine varır, krilh kalesine
jfirer, bir rle bakar ki hocnsı Molla yı cüııım -drlilik
mollası, küçükken kenarında cğlcnflikleri feyiz havu­
zu, beraber okudukları edep mektebi, Hiisn’ün dadısı
İsmet, kendi lalası Gayret, kılavuzu Söz. lıc]).si hepsi
orada. Tılsımlı aynayı gelirirler, Hüsn’ü ı^örınck için
bakar, kendisini j^örür. Anlar ki Müsün, A.şkın ta
kendisiymiş. Bu hikAye, lasnvvııfıın bir tnasalından
başka bir.'jeymidir ?
Calip, oncc süylcnmi^i, başkaları larafuninn çiğncnmi.-? edaya el sunnıamayı bnıjkalanna lavsiyc ediyor
amma kendi tavsiyesini kendi.si tutınayor. Taşlıcalı
Yahya, Fuzûli'yi, bir kadın arkını ?.ulatUğınvU\u kınar
71
ve kendisi sevgilisi Şah licy nîîmına '»Şîilıu Geda»
diye bir hikâye yazar. Fakat İran şairlerinden biri­
sinin de «Şahu Geda» s» vardır ve ne g^urip, Şah
Beyin adı allahtan Şah Bey olmuştur da bu ad, bir
de bizim edebiyatımızda duyulmuştur 1 Fuzûli’yi kına­
yan bu âşık şairi, dig^er bir âşık şair, utanm.ndnn sev­
gilisini ellere duyurdu, dillere düşürdü diye ayıplar.
Bu ayıplayan! da Galip, «Hüsnü Aşk» mda başka bir
bakımdan hoş jçörmez İşte böyle jfclmiş, böyle jjidcr bu i
Kendisini hamse üstadı olarak takdim eden ve
öyle de tanınan Atâyi de «Heft Mân» ında aynı tasavvufî masalı bir başka tarzda tekrarlar. Perişan bir
âşıkın aklı başından gitmiştir. Bir viranede kendisinden
g-eçmİştir bu zavallı. Dostları öğüt vermek için yanı*
na oiderler. Akşamleyin Siyâhî, ay çıkınça Bedrî
Molla, j',cceleyin Sebzî, sabahleyin, Suphî fecir atnrken
Lâ’Iî, jrök gürleyip hava bulanınca Schâb! adlı dosinrı
hikâyeler anlatırlar. Nihayet âşık kendisine gelir. Bir­
de bakar ki oturduğu virane, sevgilinin sarayına karşıymışk Sevgili de hali anlamıştır, kapıyı açar, za­
vallı iişıkı içeriye alır 1
A ynı şâirin «Nefhatül ezhâr» nidada yeni bir şey
bulamazsınız. Bir hrıstiyan kızını sevip dininden d ö­
nen vc ölen âşıkla, kızıh sonradan müslümnn oluşu,
Dehlevî’nİn Nizâmî'y» rüyada görüşü, her şeyde tan­
rı kudretini görmenin lüzumu, Anadoluhisarındn şa­
irin, Peygamberi rüyada görmesi, dedesinin Gülşenî
ile görüşmesi, Sarı Saltık tekkesini soyan cşkiyanın
perişan olması, meyhanede yatıp kalkan bir mcczu*
Tl
bım kerameti, Hâtcın'iii cöınertlifvi vc niliâyet k.ndına ve oğlana düşkünlük bahisleri ve bunlara ait, maalcsel olmuşa benzer hikâyeler, agfza alınmaz lallar.
»Nelhatül ezhâr> m bu son kısmı, ancak manevî düş­
künlüğü gösterme bakımmdan pek deg;erlidir 1
Nevîzadc’nin «Sohbetül ebkâr » ında da Yezdcürd’e, Nu.^irvan’a, Hüsrev’e, Leysog;lu Ynkub’a, Timürlenj^'e ait tarihten alınma hikâyelpr var. Alimlere
tavazuun lüzumundan, rüşvetin kötülüğünden... bah­
sediyor vc nihayet bir g^enci sarhoş edip berbat et­
tiklerini, Ferdî adlı bir adamın, âşık olduğu jrenç ta­
rafından öldürüldüğünü, sonra gfcncin de kederinden
ölüp yanına gfömüldüğünü, mezarmm ziyarctgfâh ol­
duğunu, kendisinin de ziyaret ettiğini anlatıyor. Bu
kitaptaki hikâyeleri, bu hikâyelerden birini şuracığa
yazıversek darhal müstehcenlik davası yenilenir, hem
bu sefer müstehcen değildir diyen bir kişi bile çık­
maz. «Sohbet-i bistü yeküm zen, âr-ı merdân oldu­
ğun bildirir » yani yirmi birinci konuşma, kadının,
erkeğe ayıp ve âr olduğunu bildirir bahsi, bütün öbür
bahisleri tamamlamada, hepsinin üstüne tüy dikmede­
dir 1
Bu zat, ftSâki-nâme» senin başında Anadpluhisarını, Göksuyu, Yuşa tepesini, Gümüş Selviyi, Alem*
tlağını. Akbabayı övmede. Bunları duyan, hani di­
van edebiyatında İstanbul bile yoktu demesin 1 Bu
sözlerimiz, V inci yazımızı tamamlıyacak. Bakın,
Atayi, bog^azı ne g-üzel anlatıyor :
73
seherden hc.vnm fnizrl
K i fcijz-î sabahı sabCıha bedel
/iirînin
B irîn in dcın-î şâm ı mahmurdur
K i cennet gibî z illi memdûddur
Bu ag^zı bırakalım da kendi dilimizce anlatalım ;
Bog;a7/ı, Mısır’ın Halic’ine benzettiklen sonrn diyor
ki ; «Anadoluhisan ile Rnmelihisnn *Vr iki kıyı..
Birinin sclıer ça^ı havası güzel; sabnlıı, sabahleyin
içilen şaraba bedel. Birinin akşamı mahmur, cennel
g^ibi gölgesi uzanıp gilmede. Biri Göksu umagının
yanına çekilmiş, öbürü denizi ayağına akıtmış. O nun,
Göksudan bir kılıcı var; bu, arkasını dağa dayamış,
dağı siper edinmiş I »
Ne güzel deg^ilmi? İşte Boğaz. O , bir anı bir
anından güzel, sisli havalarda, berrak yahut kapalı ha­
valarda bambaşka görünen, o sabahı, akşamı, gündü­
zü, gecesi başka bir âlem olan ; mehtabına doyulmıyan, yıldızlı geceledne kanılmıyan ; üstünde hayatla
pençe pençeye hayatını kazanmıya çalışan balıkçılara
geçim yeri, balık avına çıkan kıranta miras yedilere
bire g;lcncc yurdu olan; Kanlıca körfeziyle, brbek, ve
Uvinye koylaviyle, Beykoz kıyıinviylc ayrı ayn güzel­
likler gösteren; Yunan efsanelerini besliyen, halk
masallarına mevzu olan Bog^az, sade bu sözlerle an­
latılmada. Bari sefaleti görmemek için gözlerini ma­
ziden ayırmıyan, bugünkü kömür depolarını bile görraiyen ve yalnız duydug^u Boğaziçi mehtaplaıını ya­
zan, Çamlıca Alemlerini sayıklıyan hikayeci kadar
74
olsun devrini anlatabilseycli. Hayır, A lai’yc göre
Bog'aziçi, Mısır'ın halicini andırmada. Bilinin sabahı
sabahleyin içilen şarap, öbürünün akşamı ınalunur ve
bu kadar,' Göksu da şöyle anlatılmada '• '«Alemin
tavaf ettiğ^i, Mekke’de hacıların Merve’yle Sala arasında koştukları g^ibi cihanın gezip lozdugu, koşup eg:lendiği yer. Deresi, üç günlük yoldan ileride ne ol­
duğunu gören gök gözlü Arap karısı I Kıyısı, padi­
şahın yurdu. Sahiden de şaşılacak dcrecede pa<!işaha
lâyık, gönüller çeken bir yer. Çayıılıklanna hamci,
ynni koyun burcu bile imrenmede. Orası bir j’ ök, çi­
çekler <le yıldızları
Lâle sofaları, yeşilliğe parıltılar
saçmada, sanki denize yanar mumlar dikilmişi ■Alemdağını da nasıl anlatıyor, okuyalım : «-Alemdagı, pa­
dişahın yeşil bir otajı. Otağın üstündeki altın alem
de ayla güneş. O, yeşil ptag^ın çevresini erenler al­
mış, orası bir dua harmanı olmuş. FeU ki allaşa /.iynet,
mukaddes yerin eteği. Ustüıuleki kay nal; Mızu’ın
abıhayatı, her derde şifa. Gece kuzgunu, bir yan
vursa hani, seher çağının ak doğanı bile ona haset
eder. Yüzü nurlu, fakat şaşılacak ne var bunda ?
Her seher, güneş, yüzünü orada yıkamada I >
Beğendinİ2 mi ? Ve sonra Sâki-nâme. Bu, belki
ömründe ağzına şarap koymamış, fakat muhakkak
olarak her vesile ile hikâyelerinde içkiyi yermiş olan
kadı efendi sakiye getir şarabı demede. Şarabı, küpü,
üzüm çotuğunu, kadehi, sürahiyi, pirimuganı, meyha­
neyi, sazları, gecc işretini, mumu, sabahı, rakıyı öv­
mede. Afyonu, esrarı, hatta kahveyi ve bunlara
müptelâ olanları kınamada. Baharı, güzü, yai^ı, kışı,
75
g^önlü ve aşkı anlatmada. Sonlarında kendisini Över­
ken cCanlar veren şarabı, aahifede satırların doğru
g^itınesi için iplerin izinden meydana gelen satır yer­
lerinden akıttık. İçen, ebedî bir neşe bulur. Bu şarap­
tan fey7. nlnn ârifc afiyetler olsun I » diyerek şarabı­
nın da ne hayalî, ne düzme bir şarap olduğunu söy­
lüyor ve uzunca bir dua ile sözünü kesiyor.
Görülüyor ya, divan edebiyatındaki hikâyeler,
bize ancak o edebiyatın manevi sefaletini ve o pek
uzun süren devirlerin ahlâkî düşkünlüğünü göstere­
biliyor, işte bu kadar. Fakat biz, bu kadarını zaten
yine pek basma kalıp yazılmış olan tarihlerden de
öğrenmiyor muyuz? Romandan vaz geçtik, hikâyeden
beklenen bu mudur?
Bu edebiyatın kıt’nlarında da bulduğumuz şeyler
aynı. Yalnız son devirlerde. Eşref ve bilhassa kabı-,
ııa sığ.nmıynn bir zekâ olan Neyzen Tevfik ve rah“
nu'lli üstai l'crid Kam’ın kıt'alanıu
idhal
edemeyiz. Bunlar, aynı teknikle ve aynı dille söyle­
mekle beraber devirlerini apaçık görmüşler, ih riy i
sezmişler, beşerî görgüye sahip olmuşlar, hayntlan
ve ruhlarından ilhanı alınışlardır. Bunların kıt'alan, <lil
b.ıkıınındnn eskise hile ruh bnkıınnıdan yeni knlacaktır, I lopİHipnanıe snlılbi Sabir^ıı şiirleri j» ibi. Hciki son
devirlerde böyle bir kaç tane şair daha vardır. Y al­
nız Ney’/on 1'cvfik'le rahmetli I'crid K.'un, fıunlann
en kuvvelİlleridir. Eskilerin kıt’alarına ^^cllnce :
Küflü felsefe, mistik görüş, miskin tevekkül, bazı
kimseleri kmanıa, sövme, bazılarını ve kendilerini öv-
76
mc, talihten şikâyet, kadere rıza ve arada bir geve­
lenmiş hikmetlerle meselâ padişahtan bir kürk, bir ih­
san, bir birşcy dilenine, işte bu kıt^alarm mevzuları.
X
Divan şairlerinde hususiyet var mıdır?
Bilgi aynı, görgü nym, duygu aynı. Bütün divan
şairleri, bir meyhanenin içinde. Şarapları bir, sakileri
bir, kadehleri bir. Seyrettikleri aynı kâinat, gördük­
leri aynı yüz, işittikleri aynr söz. Bir nağmeden zevk
alıyorlar, bir tondan ah ediyorlar, bir güzele aşıklar.
Ayni «müdam» ile mest oluyorlar, aynı ' salnıh *
ile mahmurluk söküyorlar, aynı meclisin sarhoîju bun­
lar. Altının saflığına inanıyorlar, gümüşün berraklığına
kanıyorlar, civanın oynaklığiyle eğleniyorlar, lanle,
yakuta vurgun bunlar, inciye, mücevhere meftun I Is*
lanhul’da oturanları, Bedahşan'ı sayıklamada, Sâdâbâdda gezenleri, Aden diyarını hayfîl etmede! Şovenleri
sövüyor, (ivonlcri övüyor. Söverlerse aynı çr.şil sö­
vüyorlar, överlerse aynı lar;;da övüyorlar. 1le[)sinin
gözleri buğulu. Hayâl içinde yaşıyorlar, hicranla ömür sürüyorlar, visal için Ölüyotlar. Bu yokluk sarhoş­
ları, bu varlık ölüleri, bu hayâl adamları, bu hayran­
lar, 1x1 gününü gün eden, dünü, lınp <lünü yaşıyan,
yarını düşünıniyenler.. . Bu, zamanlarını bile görıniyenler, bu halkı düşünmiye bile tenezzül etmiyenicr,
bu, görseler bile gözlerini yumanlar... Bü aynı diii
kullanan, aynı neşeyle taşan, aynı mecazlarla söz söyliyen adamlar... Bu şairler, bu divan şairleri. Umarmısınız artık bunlar, birbirlerinden farklı olsunlar, ay-
78
n gförüşlcri bulunsun, ayrı duyuşlar beslesinler ve her
hususla ayrılık göstersinler de birini öbüründen ayırd
edelim.
Bunlar, aynı sahneye, aynı dekor içinde ve aynı
şarabın sarhoşlug;iylc çıkan adamlardır. Yalnız yüz­
lerine ayn maske takar bunlar ve tanımıyanlar, tanıyamıyanlar deı 1er ki bu filândır, ondan önce çıkan
da fermandı. Fakat onlar diyorlar ki *•
A ğla ey gözlerim ağla; ne gelen var, ne giden /
Divan şairlerinin de bariz karakterleri vardır, meş­
rep ve mezhep sahibidir bu adamlar. Fakat zavallılar,
son zamanlarda divan edebiyatını sürükliyenlerden
bir merhumun dediği gibidiiler :
B irtr bedbaht esiriz cümlemiz âz â d şeklinde t
Ne çare; bunlar, aynı dile, aynı görüşe, aynı se­
zişe, aynı duyuş ve anlayışa, hatla aynı heyecana
ve mecazlar saltanatına esir olmuş zekâlardır. Evet,
inkâra mecal y6k; çok zekîleri var vc esir zekâlar­
dır bunlar. Fakat dehalar mı ? Haşa... £g:er deha o l­
malardı bu esaret zincirini derhal kırarlardı, kıramamış­
lardır işte. Ve bu yüzden Hiı^an edebiyatında yalnız
üslûp hususiyeti, yalnız anlatış tarzıdır ki yüksek şa­
iri, yüksek şairden ayırd eder. Kullandıkları kelime­
ler bile aynı olan şairler, yalnız anlatış larzlflriyle, bi­
raz karakterleri, mezhep vc meşrebleri, bir de asırlarca
süren bu edebiyat içinde devir devir, yer yer beliren
Ichce ve şiveleriyle ayrılabilirler. Yoksa hepsi «kerem,
hançer, g-ül, hatem» redifli kasideler yazmıştır. Hepsi
79
birbirine eski dilce cevap, yeni dilce narirc dürmüş­
tür. Hepsi aynı mecazlarla aynı mazmunlar» kullannfiiştır. Necati, onbeşinci asırda
O l ma/ı-t dil - fürûzn şehîlı olduğuyıçan
Baktıkça mf/ır yüzüne gözüm dolâ gelür
der. Onaltmcı asırd» Baki,
mersiyesine
meşhur yedi bentlik
Hurşîde baksa gözleri halkın dolâ gelür
Z ira görünce hâtıra ol m eh~ likâ gelür
bcyitini sıkişlırıverİr I
Necati, bir g-azelİnde
Yüz bin belâsı v â r ola aşkın belâ budur
K im her belâsının nice bin müptelâsı var
demiştir. İki asır sonra Nedim^
nazireye şu beyitle başlar :
aynı gazele yazdığı
Her (urrastnda bin şiken-^î d il^rü b âs t var
Her bir ^ikenc~i iurrada bin müptelâsı var
Ve Galip yine naziresinde
Hak zülf^i pür ~şikene ile sad - berk-i rût/ına
Gör hâl-i chl-i derdi ki yüz bin cefâsı var
der, Necati'den yüz
Nesimi de
küsur yıl
önce
şehit edilen
Gerçek hadîs imiş bu ki hûbun vefâsı yok
Kim srvdi hübı vu did i hûbun cefâsı yok
demişti. Var diyen de aynı şeyi söylüyor, yok diyen del
IScni ağlan beni kim üstüme gelmez Ölicek
B ir avuç toprak atar bâd~ı sabâdan gayrı
80
beytiyle Fuzûli’nin
N t yanar kimse bancı âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapum bûd~ı sabâdan gayrı
beyti, yahut yine aynı şairlerin
Derd ile çdk-i gri hân eyleyen eller bu gün
Rûz-ı mahşerde senin ser cümle dâm ânındadır
Çekme dâmen nâz idüp üfiadelerden vchm k ıl
Göklere âçılmasun eller ki dâm ânınddır
beyitleriyle Nedim’in
D ûr olur mu hiç. ey pîr-i mugan dâim senin
JJûy'i sa/ıbâ-veş d il'î hun-kcşle dâm ânındadır
beyti aynı fabrikanın malı, aynı kaynağın suyudur.
İçlerinde daha ileri g-idenler de vardır. Meselâ
Tanzimatçılarla çağdaş ve Namık Kemâle bir aralık
şiir üstadı olan Osman Şems, Necati’nin
Ayağı yer mi basar zülfüne ber-dâr olanın
'Levk-u şevk île verir cân~ü serî döne döne
beytini bir şiirine aynen almış ve Necati’nin oldu­
ğunu söylcmiye lüzum bile görmemiştir.
Hasılı l’u/Oli'le Bâki'yi, NcI’î ile Nedim’i, yahut
«Bir ûlcm*i mâna> jiöylcdiği söylenen Naili’yi, benden
duyulan Ncşati ile daha ne olduğu onlaşılmıyan Galib’i ancak şiveleri, lehçeleri ve birazda karakteıle*
rinden doğan üslup hususiyetleriyle fark edebiliriz.
Fuzûli,
81
Ben gedâ sen şâha kul olm ak yok am m â neyliyem
Ârzû ser-geşie~î fikr-î m uhâl eyler beni
yani, benim gibi bir yoksul, senin gibi bir padişaha
kul bile olamaz. Ama nc yapayım ki istek, olımyacak şeylerle başı döndürmede der, melankolisini bil­
dirir; Nedim de
Gerdişin gördükçe şâkî-î mûlâyîm-meşrebin
 rzû ser-geşte-ı fikr-î m uhâl eyler beni
yani mülâyim meşrepÜ, herşeyi hoş gören ve herşeye
razı olacag;ı umulan sakinin sahna salma gezişini
göl dükçe istek, olmıyacak şeylerle başımı döndür­
mede diyerek çapkınlığını anlatır. İşte bütün hususiyet buradadır ve divan şairinde ferdiyet, karakterin
şive ve lehçenin meydana getirdiği, hatta nncnk yine
bu teknik ve estetik içinde pek yüksek olan şairler­
de nasılsa meydana getirebildiği bir şeydir. Fikirde,
görüş ve anlayışta hiç bir hususiyet yoktur. Bu ka­
dar sefildir işte bu edebiyat.
[Jivnn lûlchiyatı : G
IX
Divan Edebiyatında Divan
Edeb iy atı na isyan.
Yunan vc İran âliınlcıi, dünyayı yedi iklime nyır■ıtşlar, bizim divan edebiyat» da bunu aynen kabul
eder, eder amma bu yedi iklim içindeki ülkelerden
yalnız bir ûlke tanır: Iran, divan şairleri, FirdevsîMen
Senaî, Altar ve Mevlâna'yn, Nizamî, Selman vc Ha­
fızadan Hakanı, S aip,Ö rfî ve Şevketle kadar zaman
Koman hep İran şiirinin vc şairlerinin tesiri altında­
dırlar. Bu teessür, onların g^örüşlcrine, duyuş ve an­
layışlarına, hatta üslûplarına kadar işlemiştir. Oslup*
larına, vezin ve kafiyelerine kadar, evet. Hafız :
Duş refttm 6e cfer-f meykede hâb-âlûde
H ırka ter dâmcn^u scccâde şerâh-âlndr.
Der, dcg;il m i? Nedim» ayni üslûbu,
kafiye ile şöyle kopya eder :
ayni vezin ve
Tâ kemergâhına dek gamzesi hâb-âlûdc
Tâ girıbânına dek çeşmi şerâb-âlâde
Sairlerin içinde Şeyhî gibi Hafız'dan adetâ ter­
cümeler yapıp türkçe şiir yazan vc şair g^eçinenler,
Nef'î g-ibi Mevlânâ'dan bol bol mazmun alanlar, Ga­
lip g-ibi
Netice hizmot~ı Hünkâr-ı tşkdır Galin
Libâs-i fakrim izt: tavr~t Şevketânernize...
83
Diyerek «Şevlcctinct bir tavır kullananlar vardır. D î­
van şairleri, teker teker birbirleıinin tesiri altında
olmakla beraber toptan da İran şiirinin ve İran şair­
lerinin tesirine kapılmışlardır. Bu bakımdan bu ede­
biyat, Iran edebiyalmın biraz mahallileşmiş sönük
bir kopyasıdır. Bu şairlerin hemen hepsi övünür ve
kendisini İran şairlerinden yüksek ve iisliiıı j^örür.
Nef'î gfibi kendisini Hukanî sayan, Nedim gibi ken­
disini cihan şairi snnnn üstadlar bile kasidede filânın
tavrını, gazelde fişmanm edasını benimsemiştir. Bu
edebiyat, kurulduğu asırdan ve ülkeden batıya doğ­
ru yayılmış, XIII üncü asırda Anadolu'da Og:uz lehçe•ile mahsûller vermiye başlamış, başlar başlamaz, do­
kuda olduğu g-lbi tŞehname* yi öınek almış ve Atta^^ Sermcşk edinmiş, Mesnevi'yi yngınaya başlnnuşhr.
Malbuki tam bu çag;da, Anadoluda yaşan bir in­
tan şair var, İran’ın dev şairleri kadar büyük ve
insan bir şair; Yunus.
Katiyyen ümmî olmıyan, halâ onu Umnıî sannıı
okur yuzar edebiyat hocalarının rag;mir.e zamanı­
nın bütün bilg^ilerine derin bir vukufu bulunan, halk
j[airi olmadıjj;! halde halkın şairi olan, halktan ayrılınıyan, tâbiatten bahsederse oldug^u gibi bahseden, mr.ddî tışkı anlatırsa oldug-u gibi anlatan, dindarlığını şid­
detle, taassupla bildiren, şüphesini kudretle,samimiyetle
itiraf ve ifade eden, ölüm korkuaile kıvranan, daha
doğrusu ölümden sonraki âkibetin meçhul oluşundan
ürken, bu suretle de hayata candan ve bütün vai lığiyie
bağlılıkını gösteren, bazan öleceğine bile inanmıyan,
84
mistik bir ihBlnyU her şeyi kendisinde bulan, tanrı­
lısını apoçık söyiiyen, beşerî zaafını £^öıdükçe yanan,
ahlayıp sızıldıyan, tasavvufu miskince kabul etmeyip
onu İçtimaî bir nizam şekline sokan vo meselâ:
Duruş, kazariy ye, yedir, bir gönül ele getir.
Bin Kabe'den yeğrekiir bif gönül imâreii
diyen, kulken tanrı olup artık kulluca tenezzül etmiyen, şeriatın ibadetlerini mühümsemiyen, duyduju
derin aşka karşı cenneti bile hiçe Sayan, büyük bir
müsamaha ile bütün dinleri, bütün mezhepleıi bir
lîören ve hepsinden de hür olan, hatta nihayet yan»
yana ulaştıg;! şeyin bile kendisini doyurmadıg^ını açık­
ça söyleyen bu in^an şair, bütün halkı ve sofileri
tesin nhına alm ıştı.[o da bazan aruzla yazmış^ lakat
aruzdap ziyade heceyi, halk veznini kullanmıştıv İkiraf etmek lâzımdır, ki aruzlannda, çağdaşları ^kadar
muvaffak olmakla beraber hecelerine nispetle sami~
milig^inden kaybetmektedir. O, halktan ve hilkattan
alrlıg^ı ilhamı halka ve hilkate halkın dilile ve duy>
dug:u dille söyleyip duyurmayı tercih etmişti. Yaşa­
dığı müddetçe kendi kendisini imal eden Yunus, ya­
şadığı asırdan itibaren Aşık Paşa*ya, Sajt Emre’ye,
dig^er Yunuslara, Âşık adlı bir dig;er şaire, Hacı Bayram'â, Eşref og:lu, Kay.fusuz Abdal, NiZam o jlu gibi
ta onyedinci aşıra kadar süregelen sofi şairlere tesir
eLınişti ve bütün bu şairlerde heceyle aruzu kaynaş­
mış g^örmekteyiz. Bunlar, hecede Yunus tarzını benîmteınişler ve şüphe yok ki daha muvaffak olmuşlar­
dır. Divan şairlerinden tasavvufu, kendilerine meslek
85
ve imam edinenler de arada bir heceyle şiirler söylü­
yorlar ki bu da yine ancak Yunus’un tesirinden mey­
dana gelen birşey. Meselâ onaltıncı asır sofi şairle­
rinden Usulî, kendisinden sonra g^elen halk şairi Knracaoğlan'm bir şiirine belki de örnek olan şu güzel
şiiri yazabiliyorî
Yarenler ecel gelmeden gözümüz toprak dolmadan
Felek bizden öc alm adan hele bir demdir sürelim
Doğünüp hasret yaşile bağrımız dolu baş ile
A h İh kanlı yaş ile hele bîrdemdir sürelim
K ara toprak döşenmeden ten kafesi uşanmadan
N e f i s kuşa boşanntadan hele bir demdir sürelim
Dünya kimseye mi kalır başa hod yazılan gelir
O /e.ç'/ıı A lla h bilir hele hir demdir sürelim
B ir acayip devran ancak cümle âlem hayran ancak
Bu da bir hoş seyran ancak hele bir demdir sürelim
UsûU terkelti varın komadı ah ile zarın
Kim bilir nicolıır yarın hele bir demdir sürelim
Fnkal bir de nsıl divan şairleri var. Onlar, şnlafnta kapılmış zavallılardır. Onlar, Yunus’a ehemmiyet
bile vermezler. Bu adomlarm düşünüşlerini gösterdi­
kti için şu vak^ayj kaydediverdim î Onaltmcı nsır
başlarında V thidî îidlı bir şair, zamanmdaki tarikat­
ları anlatan ve yer yer manzum parçalan da olan
mensur bir kitnp yazar : Menûkıb-ı Hace*i cihan ve
, Netîce-i can. Kitap, laiiiamiyle sade ve açık bir türkçeyle yazılmamıştır. Fakat znmpn geçtikçe dil »gc'a-
86
laşıyor vc ohycdinci asır münşilerinden Karnçclebi
7>aclc Abd.'İH7.i/., hu kitabı peU sade türkçe ve ftvam
dilinde buluyor. Birbirine ulanmi-i.; terkipler, sntirlorca
süren cümlelerle yeni b& tıın yazıyor, ön sözünde d«
utann»;ıd.!n \
-e Vshidî ile kitabının ad'nı bile anmadan
•Bir doi.lumda \julunan ve bayajjı bir dille yazılmıç
ohm l»'.r kitabı şu hale getirdim» diyor. İşte meşhur
^*ûrİ!lhüdâ limenihtedâ» bu dii 2 me, bu çırpma ki*
taptır. Ondükuzuncu asır başlarında Siinbülzade’nin
Yurıus’u nasıl bayaj^ı gördüg^ü dc malûmdur.
Onbeşinci asırda Alışır Nevayı, Türkçenin Fars­
ça’dan daha geniş ve zengin olduğuna dair bir kilap
yazar, fakat şiirlerinde Icrkipli, ağdalı bir dille İran
şiirini taklit eder, İran şairlerinin tesirine kapılır, lirik
veznine aldırış bile etmez, mecazlar saltanatına mis*
kincc boyun eğer; Fuzuli de onun yolunda gider. I3w
suretle dog-uda Nevai ve Fuzûli, batıda iŞtıyhi vc Ne­
cati ile başlıyan Vıu kopya edebiyat, ıısırlarcn nıılar
aulfiuuız, tek bir zümrenin uydurma görüşünü, yalancı
duyuşunu yapmacık bir dille ve yine ayni tek ve
azlık zümreye tekrarlar durur !
Hastadır bu adamlar, hepsi şatcfnt hastası. Hum­
malı bir hastanın hezeyanları arasında doğru ve j/^üzcl
sözde bulunabilir. Bunlarda zaman zaman doğru v«
bir söz söylüyorlar. Edirneli Nazmi isminde pek
(luyv|usuz bir şairle Tatavlalı Mahremi adlı ne idüğû
belirsiz bir diğeri, Arapça ve Farsça kelime ve ter­
kip kullanmadan, fakat aruzla şiir yazmayı deniyorlar.
Bu tarza derhal «Türkü basit» adı veriliyor, beğe­
nilmiyor. Maamnfih bunun izini tâ G alip’ie buluyoruz.
87
Onaltmcı asırdan onsekizinci asra bir atlayış, yahut
aynı ihtiyaçla aynı şeyi buluş. Galiba bu ikinci ihtimal
dahn doğanı. Nabi, j^nzcIİn lûgnt kitabı olmadığını,
şiirde herkesin bilmediği kelimelerin kullanılmamasını
söyler. G n lip de «Mii.snü Aşk» ındn nynı fikirde.
Manzûme-i Fârisî-vpş ebyât
Bilcümle tetâbıı-ı izâfât
Yani «Farsça şiir gibi beyitler, Tamamlyle birbirine
ulanmış izafet terkipleri» diye bu çeşit şiiri beğen­
miyor, nmu yukarıdaki dille; bir beyitle bîr lek
türkçe kelime bulunmıyan < Fârisî-veş> beyitle 1 Ga*
lip, bu şevketane tavır kullanan şair, yine ayni kita­
bında, FuzûliMen ilham alarak, biraz da Mesnevi'den
çalarak yazdığı «Hüsnü Aşk» ında
Tarz-ı selefe iekaddüm ettim
Bir başka lügat tekellüm ettim
yani, geçmişlerin tarzını geçtim ve ben, bir bafka
dil kullandım diyor, hatta
Gördün mü bu vâdi~î nevîni
D ivan yolu sanma bu zemini
yani, bu yepyeni vadiyi gördün mü ? Bu yeri Divan
yolu sanma, beytiyle Divan yolundan ayrıldığını
sanıyor. Fakat «Divan yolu> sözünde dc yine bir
îham yaparak divan yolunda gitmediğini (!) divan
yoluyle anlatmış oluyor. Nedim, nasılsa ve belki dc
başkalık olsun diye heceyle bir şiir yazıyor, ondokuzuncu asırda da bazan heceyle söyliyenler türüyo.r
88
Görülüyor ki divan edebiyatında, divan edebiya­
tına İcarşı için için vc içten içe bir iiyan yolt değil,
var, fakat bu isyanda şuur yok. Olsaydı heceyi deniyenler, heceyle divan şiiri yazarlar, aynı klişeleri
bir de bu kalıba tatbik ederlermiydi ? Şinasi, sırf tUrk'
çe olarak yazdığı beyitin «Lisân-ı avam» üzere olduğu­
nu kaydedermiydi ? Bu birkaç Örneğ;i alarak hamlenin enerjisini o uzak maziye götürmeye imkân varmıdır dersiniz ?
XII
Nesir ve Divan Edebiyatı
Divan edebiyatında «Bahri tavîl» derler, bir tuhaflıg^ın .tuhaflıg-j vardır. Bu edebiyatı bilen, seven ve
hatta bir de basılmamış divaniyle basılmış divançesi
bulunan birisi bile, buna «Vezinle sayıklama* demişti.
Lâf olsun diye şairler, bu bahirden de çok dela dört
mısrnlık bir şiir yararlar. Meselâ Galip, bu bahre
şöyle başlar;
*Eıj gülisiân-ı letâjetle hezâr işve vû nâz ile
yetişmiş gû7-r ra n â sana gûyâ ki edüp mü$ki sehab'U mey-i gûİgûn-u giilâbt dah i bârân edüp enfâs-ı Mesıhâ*yı nesim eyleyüp envâ^-ı nezâketle tarâvetlc verüp perveriş etmişler o ruhsâreyi yüz rcng-i
behârârn ile bin gancc'i handanı muattar h h p
elhak..> Boyuna gidiyor. Feilâtün feilâtün feilâlün
(eilâtün fci lâliin feilâtün.... Tam bir mısrada yelmiş
dört tane feilâtün 1
İşle divan edebiyatının nesiıi, kafiyeli, yani secil’i ve fakat vezinsiz bahri tavîlden ibarettir. Vcysi,
birisine yazdıg^ı mektuba şöyle başlar;.
<Mndâm ki şcmorîh-i gıısûn ı eşcâr, mahall~i hûrâz-ı küleh-gûşe-i ezhar T/e vukû-ı iıycân-i mirvârîdrîz 'i behâr, sebeh-i znhûrH rüûs-i esmâr ola ve sabbâg'i bâg, a n ıây im t şâhidân^ı d e s iâzib i esmâr t
elvân-t dil-firib ile müzeyyen kıla, hazret-i mâlik-
90
ül miilk-i alel ıtlâk celle ccIâliihu dergâhına zemzemc-i cân'i nâ-iıivan peyv 'siedir bu Itrenniim U t
ki.... >
Nc diyor ki, anladınız m ı? Diyoı ki: Agaç dallnrının budaklarında çiçeklerin külâh uçlun çıktıkça; incilcr döken bahar taçlarının düşmesi, meyvalann baş­
larının çıkmasına sebep oldukça; bağ boyacı.vı bezenmiş
güzelim meyve mahbuplarının sarıklarını, gönüUcr
ftihn boyalarla süsledikçe kayidsız, şarisız mülk ve
aıvltanatn sahip olan uluLr ulusu lamı lapısına kudret­
siz can bülbülünün nağmeleri, bu ırlamayla ulaşma­
dadır ki
yani, «Bahar rüzgarları esip çiyler düş­
tükçe, yağmurlar yağdıkça, bu yüzden de çiçekler
açılıp bahçeler bezendikçe, meyvalar oldukça > ve
sonu şu; «Tanrı seni şundan bundan korusun! » işte
mektuba böyle başlanır divan nesrinde I
Yine Veysî, < Herifler hasetçi, hakkımızda kötü
söylüyorlar, faziletimizi çekemiyorlar» diyecek yer­
de «0 / hasedcden hir bölük hasede^ zâtım ıza lâzım-ı
gayr-i m üfârık olan ni\’jıet^i jazîli-t zsvâlâtın te­
menni edüp mahz-ı daraban-t ırk-ı hasetten hakkı­
mızda her bed-gûy ‘ /an âciz-i oyb^gûy, kâr-bend~i
m aksâd olur kuyâs etmekle d âim â bad-peymâ-yı
sahrâ-yı m uhâlât olurlar! »
Nerkiaiznde, hamsesinde mahbubu İstanbul'a gi­
den bir âşıkın, onu geçirme bahanesiyle ta İstanbul»
gelip şehirdeki şaşılacak şeyleri görmeden dönüşünü
hikâye eder ve hikâyesine şöyle başlar :
91
<El*an ^iilgeşt-i pehn~deşt~i hayât i h nnznn'h-r
rnn;dnn~ı mühahût olon y a rd n - t salıih-ul-keli'nût
rivayeti ile hoccet~i si/ıhııt-i vukuu nnık(tyyrd-i sicill-ı isbât olmuştur ki bîlâd-ı Rûm 'un birinde Â'adî-zâdelikle şöhret-yâfte bir mahdûm-t sâbib-cemâlin biisn-î bâ-kemâline baz-ı âşiifte-dilân âvâreç^ân
âşık-ı zâr mejtûn-Cı bî-knrâr olup münâsrbel-i ialeb-i ilm-ii müzâkere ile ekserdi ezminede mdtâlaa-i
taVatından br-Iıre-mcnd olmuşlar idi* Ynnİ (iiyor ki:
1İnlâ ucu bucağı olın«y<ın lınynt gül hahçcsini g^exmckte ve övünme meydanında nazlanarak salm m ada
olan sözleri tiogru dostların rivayetleriyle doğruluk
hocccti, ispat sicilline kaydedilmiştir ki Anadolu şc*
lıirlcrinden birinde bir katlu/ııı pek güzel bir oğlu
vardı. Bu güzel oğlanın nokftnn.ıı?; gü^celliğino ban
jfÖnlü perişan avareler ağlayıp inliyccck <lcrecede
meftun ve kararsız bir halde âşık olup bilyi öğren­
me vc mü/.nkcrcdc bıilunmo balmnesiyle çok jmıunn
unun yüzünü mütalâadan hisse alırlardı», yani bn
hikâyeyi doğru sözlülerden duydum, onlar da h âli
sağdır. Anadolu'da bir kadın^n pek güzel bir oğlu
varmış. Bazı kimseler bu çocuğa vurulmuş. Tahsil
ediyoruz diye yanına giderler, yüzünü ^Öıürlcrmij.
işte anlaUığı bu münasebetsiz şey ve divan edebiya­
tında hikâye mevzuu budur vc böyle anlatılır hikâye!
Koçu Bey’in sade cümlelerle yazdığı lâyihası,
sonradan ancak bu yüzden şöhret bulmtıçlur, ba^ka
yüzden değil.
Kâni, divan nesriyle lâlife yapıyor >
92
*01 tarafta ne kadar clellâl, ham m âl, bakkal^
dellâk, allâk , mellâh, fe llâ h , sellâh, nemmâm, zemmam, mudrd\ mugzıb, mu/t m il, müfsid, m ülhid,
kehhan, remmâl, nahham, haccam, alcı, falcı gözaçıct,
kül saçıci, aynacı, yaymacı, hokkal az, taklabaz, hile­
baz, sîşebaz, nerbaz....* Böyle gidiyor ve bunların'
hepisinc selâm yolluyor, sonunda da yine o acayip
dille «Bu ayrı bir yol, sırrını sonra anlarsın» diyor.
Güldiyseniz lâtileye değil, acayipliğe güldünüz mu­
hakkak. Aynı nesircinin haşa ait tâbirlerle dolu ya­
zısı ve pamuk kedi câriyeleıi ağzından yazdığı «Hirre-nâme» si de' meşhurdur, hep kedilere ait sözlerle
yazılmış bir sanat numunesi I Tnrzimalln eskiler ye­
nilenirken Namık Kemâl bile buna benzer bir şey
yazmış da gûya hiciv yapmış, yahut lâtife elmiş!
Bu nesir, Tanzimatçılar tarafından da yürütülmüş­
tür, yalnız zaman bakımından oldukça sadeleşerek.
Meselâ Reşit Paşa «Encümen-i danışa de okunan nut­
kunda «Halkın bu gördüğümüz refah ve intizamı
münevverlerle
bayağı
hitlkuı
hoş
geçinmesi,
hep hünerle, bilgiyle meydana gelmemiş ınicüı? G ör­
düğümüz bunca güzel işlerle sağ esen yaşayış, ibret­
le bakılacak, gerçeği anlı yan dikkat terazisiyle tar­
tılacak olursa hep bu yüzden değil midir, başka bir
ıcbebi var mıdır bunun?» gibi esasen acayip benze­
tişlerle süslenmiş garip bir fikri, yani «huzur, refah,
düzen, iyi iş ve güzel yaşayış, nihayet münevverle
aşağı tabakanın hoş geçinmesi, hep bilgiyledir» fikri­
ni daha tuhaf ve daha âcayip olarak şöyle söylüyor^
93
^Bu gördüğümüz sâmân~üniızâm~t ahvâl-i enâm xte
hâsn-i maâşeret-i havvas^tı avâm , hep hıiner-ü maa­
r if etle husule gelmiş bir eser değil m idir ve meş­
hudumuz olan bunca mehâsin-i umur ve sûrei-i âsrîyiş-û huzurun nazar~ı im*an ile baktlup mızân-ı
dikkat-şınâsîye uruldukta dânîş-û m aâriften başka
bir sebebi varım dır?*
Şinasi dc «Medeniyetin esas yapısı, halkın birbi­
rine yardımıdır. Şu halde ferdlerin geçimlerini te*
ininden âciz kalmamalarına himmet etmek, cemiyetin
birinci vazifelerindendİr» sözünü *Afebnâ-yi temeddün,
mâdde-i teâvün olmasiyle efrâdın kifâf-t nefs tedârükünden âciz kalm am asına himmet etmekt hey*~
et“i ictinıâiyyenin birinci vezâifindendir^ tarzında
söylüyor. Reşid Paşa’daki intizâm, enâm, avâm; hüner,
eser; umur, huzur; im'ân, mizan secileriyle Şinasi'dedeki temeddün, taâvün secilerine ve cümle teşek­
külüne bakın* Urulunca deg;il urulduktn, olduğundan
dfg:il olmasiyle I Bunların birincisi bir nutuktur, İkin­
cisiyse bir makale, gazete makalesi.
Ziya Paşa'da «Şiir ve inşa* makalesinde bir yan­
dan Necati, Bâki, N e fî gibi şairleri osmanlı şairi
saymaz, halk şairlerine özenirken Öbür yandan eskileri
takdir eder, yenileri hoş görmez, yazılarını manasız
bulur. Hangi yemler ? Kendisi ve arkadaşları mı ?
Kemal bile Londra'yı kendi gözlükleriyle görür
ve «Nehir altında muntazam çarşıları, hava yüzünde
mükemmel köprüleri var> derken birdenbire «Ayîneserây namında bir mesireleri mevcuttur, uzaktan ba­
kılırsa in'itâf'i şuMeden hevâyî mâî hasıl olan bir ze­
94
min Qxcrinde ccvvâl olan Alâim"! semâ pnrçnlnn
nnzur*ı hayâl önüne bir nıüceff kûh*ı elmas gclirir»
der. Hal'ıt Ziya Uşaklıg^ıl’in «Bârân-ı dürr-ü clmâs> )
bundan farkh m ı? Ve hepsi de inşa bakmıındnn asır­
larca sürüp g^elen bir nesir deg:ilmi? <lnsan, tanrı
verjjisi olarak yaratılıştan hürdür. Bu sebeple şu
tanrı vergisinden faydalunnıag^a mecburdur> demek
için < ln san k i kudretten hürriyetle meftûrdur, bil‘
tabi o atâ^yı İlâhîden istifadeye mecburdur* diyen
Kemal'in 511 sözüne ve
sözündeki meftur, mecbur,
kudret, hürriyet secileriyle Farsça inşasiyle Türkçe
cümle kuruşuna vs bilhassa hürriyetle mecbur tezadma dikkat edersek bu tanrı vergisinin ne kadar
külfetli ve tezatlarla dolu olduğunu anlamakta güçlük
çekmeyiz.
Hasılı divan nesri, konulma diliyle deg;ildir. Bu
nesirde dıştan Haciyvat Çelebi’nin mustalah sözlerini,
içten halkın alayını duymadayız. Kestirme söz şu :
Şiirine nispetle divan edebiyatının nesri yoktur. Halk
nesrini, Dede Korkut hikâyeleriyle Evliva ÇelebiMe
YC halk sofilerinin resimleriyle mektuplarında gördük­
ten ve şiirini dc saz şairlerinde duyduktan 5onr»
flözün daha kestirmesini söyliyecejiz î Divan edebi­
yatının dili yoktur I
XUI
Türkçe ve Divan Edebiyatı
Dikkat edilmiştir, yazılarımızda verdiğimiz örnek­
lerin çojunu nesirle ve bug^ünkü konuşma dilimizle
verdik, asıUarmı yazılardan sonra svraladvk. O çetre­
fil beyitleri yazıp g^eçseydik eminiz ki bug^unün nes­
li, hiç, ama hiç bırşey anlamazdı. Yine eminiz ki
yazılarımızı okuyanların çoğu, verdiğimiz örneklerin
aailiarına ancak bakıp jreçmişlerdir. Okuyup anlıyamazlar da ondan denmesin, bunları okumak, okumaya
çalışma, ög;renınek vc bilmr k zaten lüzumsuzdur. Her
dil deg-işir, Türkçe de deg-işmiştir. Yunus,
Daşdan yine deli göğal sular gibi çoğlar mısın
Akdun yine kanla yaşam yollarım ı bağlar mısın
der. Bu dil, zamanla değişmiş, bug-ün
Taştın yine deli gönül sular gibi çağlar mısın
A k lın yine kanlı yaşım yollarım ı bağlar mısın
haline gelmiştir. Yani asıl değişmemiştir, konuşma
tarzı değişmiştir. Dünkü «jfönğül*, bugün cgönül»
olmuştur. Dünkü «geldünı, oldı, bizüm* bugün «gel­
dim, oldum, bizim» diye söylenmektedir. Keleci,
aayru, esrimek, knyıkmak, gibi bazı Türkçe kelime­
ler de unutuhnuştur; bugün bunlanıı yerine kelime, söz,
hasta, sarhoş olmıd:, aldırış etmek vc koygilımmnk
kelimelerini kullanıyoruz. «Benven, alısar, gelüben.
96
gfidcvüz* g^ibi bazj aigalar da bugün «benim, olacak*
tjr, gelerek, gideceğiz ve gidiyoruz> diye kullanılı­
yor. Hatta dile giren yabancı kelimelerin bir kısmı,
halkın ve köylünün konuşmasına kadar yapdroiş, lıalk
ve köylü tarafından deg^iştirilmiştir. Hasılı Türkçe de
her dil gibi bir oluş geçirmiştir ve geçirecektir dc.
Bu, Türkçcnin yaşayışına ve hayatiyetine deUlct eder.
O da, kendi bünyesi dahilinde zamanla deS^işmektedir.
Biz, Türkçe olmak şartiyle dünün, evvelki günün,
daha evvelki günün dilini anlarız. Anlıyamadığımıı
unutulmuş kelimelerle zamanla degfişen sığaları da
küçük bir lügat ve izah, bize derhal anlatır.
' Divan edebiyatının dili böyle değildir. Bu edebiyatm dili, Arapça ve Farsça kelime ve kaidelerle
Türkçenin kaynaşmasından meydana gelmiştir. Bu
dili anlamak için Arapça ve Farsça bilmek zaruridir,
fakat kâfi değildir. Konuşma Türkçesini gayet iyi
bilen ve bu iki dile de hakkıla vakıf olan birisi bile
divan edebiyatının dilini adam akıllı anlıyamaz. Ç ün­
kü bu dil, Arapça da değildir, Farsça da değildir,
ayrı bir dildir. Arapça ve Farsça bilen bile bu dili
anlıyamazsa artık halk, nasıl anlar? Divan şairi bir
şey anlatmaz, şerhedcr. Anlamaz fehim veya derk
eyler. Bu adamlar, herhangi bir kokuyu koklamazlar,
ya şemmederler, ya istişmam. Bakmazlar, nigâh
veya nazar ederler. Gûşetmek, bunların dilinde işit­
mek ve duymaktır. Bunlara birşey görünmez, büyü,
yahut bedidâr olur; • birşey meydana çıkmaz, zuhur
eder, yahut aşikâr olur, ö y le beyitleri vardır bu
edebiyatın ki içinde yalnız dır, yahut olur gibi bir tek
97
Turkçe'soz bulunur, öyle beyitleri vardır ki d da bu­
lanmaz, bütün kelimeler, Arapça ve Farsçadır, fakat
beyit ne Arapçadır, ne de Farsça I ö y le beyitleri
vardır ki hâlâ halledilmemiştir, tevcih ve tevil edilir,
öyle beyitler vardır ki tevcih ve tevili de başka bir
tevcihe, başka bir tevile muhtaçtır I
Divan dilinin inşası böyledir. Kelimelerine gelin­
ce ; Mecazlar saltanatının kapı kullarıdır bunlar. Bu
saltanat, ancak kelimelerle korunur. Şairler, yazdıkları
beyitlerin Türkçe söylenirse pek acayip, hatta gülünç
olacakını anlamışlarmıdır, nedir ? Hep Arapça vc
bilhassa Farsça kelimeler kullanırlar. Bu kelimelerle
terkip yapar, bu terkiplerle bir ahenk meydana geti­
rirler. Bu edebiyatın joülbülü bazan andelip, çok defa bin manâsına da gelen hezardır. Bu edebiyatta
yüz ve göl üşme didardır, koçmak kinara çekmektir.
Sevgili diİrüba, dilber, nigâr, yar vc dildardır; darıl­
mak, azarlamak, eziyet etmek itab veya âzâr. Bu
dilde buluşma visâl. ve vuslattır, ayrılma hicran vc
firkat.
Gök azmandır, yer zemin. Güneş de­
nirse bayalı olur, fakat aftap, hurşit, şems, hatta
yuh, yerinde sözlerdir. Deniz, ya ummandır ya bahir
ya derya. Coşkunluk cuş ve huruştur, sarhoş mest,
mesti evkâr. Ag^layış gİryedır, naledir, ag^lıyan âşık,
aşıkızar. Gonca, serv, nerkis, sünbül, çenar (çınar
değ^ii), sanevber, narven, ergavan, nihai, har, gülşen,
gül, lâle, çemen (bu da çimen deg^il). Leb, laal, kod,
kamet, kıyamet, çeşm, dide, zülf, giysu, perçem, ham,
şikenç, çin, dest, dâmen, sîne, dil, 8ak, şiirin, gabgap,
gamze, müjgân, ebru, nâf, engUşt, nâhun, pay. ÂsDivan Edebiyatı ; 7
98
rain, milır, mch vc mâh, hurşid, bcdr, hilâl, aftnp', enc ü a , derya, kenar, ııtjrap, mtvç, gavta, mevce, katre, rcşha, lüccc, sahil, bârân, bcrf, bâd, sabâ, şimal,
ncfha, peyk, hızane, hazine, genç, künç, mâr, nakt,
sim, zer, yakut, elmas, firuze, dür, lüMü’, diirrüyelim,
;;Bhdane, ışk, ülfet, üns, vuslat, visiil, firkat, hicran,
girye, hande, rumâl, hâkvpay, pabus, rakıyp, renk, hi­
le, âl, tegafül, yâlübâl, hıram, hûnî, zâlim, knatil.
g-addar, hunriz, sınan, nite, hançer, seyf, şemşir, tıyg,
tîr, keman, kavs, navek, hedef. Ve nihayet pırimugan,
harabat, kadeh, sâgar, piyâle, mey, mahbup, mug^beçe,
tâki, mestiharab, kaza ve kader, takdir, hükmü ezelî,
tecelli, talih, baht, hâb, merk.
İşle divan edebiyatmın kelimelerinden belli başlı
örnekler. Bunlardan mutlaka üçü beşi, ikili üçlü ter­
kipler halinde divan edebiyatmın her şiirinde geçer
vc arada bir de *olur, bulur, gelir, gider, dır> gibi
serpiştirme ve eklenti Türkçe kelimeler.
Bu dilde hâcc gibi hem hoca, hem tacir vc be­
zirgan, cenâp gibi hem eşik^ hem hazret, çîn gibi
hem Çin ülkesi, hem kıvrım, tâb gibi hem ziya, hem
parlakhk, hem kudret, hem ızlırap mânalarına gelen
kelimelerle de hayli oyuncaklar yapıhr. Farsça vc
Arapça kelimenin son harfi *'n„ harfinden başka bir
harf oldu ve kendisinden sonra eklenecek bir türkçc
kelime de bulunmadı mı derhal çekilerek okunur. Maamafih şairler, sonu ‘^n,, harfi olan yabancı kelime­
lerde de bazan bu çekişi yaparlar, vezne sokmak
için :
99
Edrene fchrîm i bû y â
cennct-î m c v â midir
yahut :
A ğzını göreli varlığım oldu güman
oıuralaııııda olduğu gibi Türkçe kelimeleri de çeker,
uzatırlar. Bu imâlelerin hakkı, tamamiyle verilerek
okundumu bu dil, tam Haciyvat Çelebi’nin dili olur.
Bu acayip dili, ilk olarak hatırımda kaldığına göre
Falih Rıfkı, {fiizel bir yazısında, Haciyvad'm fiiline
benzetmişti. •O vakitten beri meselâ:
Ey pây-bend-'i dâmgeh-î kayd-t nâm^u neng
Tâ key hevâ-yi meşgate-î dehr-i bî-direng
y a h u t:
Bû şehr-i S îianbûl ki bî-misl^ii behâdtr
B ir sengine yekpare Acem m ülkü fedadır
y ah u t’d a :
Bigâne^mcşrebâ bize tâ key icgâfülün
Ey nahl-i nâz yok mu bu y â n â lemâyülün
gibi her hangi bir divan beytini okudum mu bunu
hatırlarım. Derhal kulaklarıma Haciyvad'm «Hay Hnk>
«esiyle mustallah ibareleri ve Falih Rıfkı'nın tam ye-,
rinde olarak halk zekâsının alaycı mümessili saydıg'i
Karagöz'ün nükteleri gelir.
Bilmem şüpheye mahal var mıdır? Bu acayip dil,
kelimeleri ve kuruluşiyle artık ölmüş, çürümüş git*
miştir, müstehassası bile kalmamıştır.
N o t; Bu yazıda geçen lûgatlan
hiçbir lüzum yok.
yazınıya, beyitleri
aolatınıya
X IV
Divan Edebiyatı ölü bilgilere dayanır.
Arnplar, ynyılmn sınırlarmı gcnî^lcUikçc Rotna Yunan, Iran -Hint medeniyetlerinin ve bu medeniyet­
ler vasıtasiyle diğer eski medeniyetlerin tesirine ka­
pılmışlar, eski Yunan kitapları Arapçaya çevrilmiş, in­
celenmiş, şerhedilmiş, dinde siyasî ve aklî mezhepler,
düşünccdc felsefî meslekler nıcy<lıın:ı gclıuiye başlannı^ı
Yunan felsefesine dayanan bir din felsefesi. Kelâm
kurulmuş, Hind vc Yunan felsefesi, müslümanUşarak
Hükema mesleğini doğurmuştu. İslâm medeniyeti, dü­
şünce sisteminden edebiyat ve mûsikisine kadar eskİ
medeniyetlerin mirasına konmuş bir ümmet medeni­
yetiydi. liütün manâsiyle bir çÖl ve göçebe edebiyatı
olan ve bu hayatı, realiteye tamamİyle uy^un bir su­
rette yaşalan Cahiliyye devri, bu medenî taazzi ne­
ticesinde kapanmış, Arap olmıyanlann yardımiyle ku­
rulan Abbasoğullan devrinde ve bu sıralarda kuru­
lan İslâm hükümetleri zamanında İran dili, edebî bir
dil olmıya başlamıştı. Nihayet Iran edebiyatında Firdcvsî, «Şehnûmo siyle Yunan felsefesi sistemine da­
yanarak İran destanını yenilemiş, kendisinden sonra
jî^eleu bütün şairlere tükenmez bir hazine bırakmıştı.
Bünye bakımından İran diline tamamiyle uyan ve
Araplardaki düşüklüklerden, düzensizliklerden lomamiyle aV-ınan aruz, artık bir Arap vezni değildi. Bu
101
vezinle vc İran diliyle meydana gelen edebiyat da
ruh bakımından İranı bir edebiyat olmuştu. Netekim
mûalümanlık da artık. Arap müslümanlı^ı olmaktan
büsbütün çıkmıştı. Unsuri, Ferruhi, Enverî ve Nizami,
kasidede, hamsede birer kudret olmuşlar, Sadi, hikemiyat vadisinde teferrüt etmiş, Senaî^ve Attar, niha­
yet Mevlâna, bilhas&a halka, halk hikâyelerine, halk
düşünüşüne, halk duyuşuna vc halk görüşüne daya­
narak halkın anlıyacnğı bir mantıkla sofî inanışın
şiirini meydana getirmişler, sonuncusu, tasavvuf ede­
biyatında hnklı olarak bir Kur'an talâkki edilen ve
Şehname gibi bütün şairlere bir ilham kaynağı kesi­
len “ Mesnevi,, iini yazmış, Hayyam septik bir ru­
bai üstndı olmuş,»Hafız reel bir görüşle rindâne gazel­
lerini ibdâ^ etmişti. İşte Türk divan edebiyatı, böyle
(bir çng:da vc doğrudan doğruya önce Şehnâme’nin,
'sonra Mesnevi nin ve nihayet bütün bu şairlerin tesi­
riyle belirdi. İran edebiyatının bu ilk klâsik devrinden,
sonra Cami'yle başlıyan ikinci devir şairleri de teker
tekcr^ divan şairlerine üsl6d oldular. İran edebiyalı. nın bu ikinci devresindeki şairler, birinci devreye
nispetle sönüktür. Bir Firdevsî, bir Hayyâm, bir A t­
tar, bir Mevlâna yoktur ki artık. Bu dev şairler, va­
zifelerini yapmışlar ve tamamlamışlardır.|Sonrakilere,
bunların yolunda yürümekten başka bir şey kalma­
mıştır. Bu da aynı görüşün, aynı düşüncenin, aynı
inanışın, aynı sözlerle ve aynı teknikle tekrarını icap
ettirmiştir. Vakit vakit Kelim gibi bediî, yahut Muh­
teşem gibi dinî yükselişler yok değildir, fakat bu
ikinci devre sairleri, ancak Hint'ten feviz almak sure*
102
tiyle jn.İ3bî,.,hir.,jycnilik yapabilmişlerdir ki bu da sırf
Iran İçin bir kazançtır. Fakat çu nisbî veiiilikie bu
şairler, ilk devre şairleri gibi bütün dünyanın malı
olamav^lard». Sebep, meydandadır. Çünkü şark, her
şeyden önCe din ve bu münasebetle dil bakımından
j^arba karşt fikir kapılarını kapamış, fakat jfaıp malInnnn sınırlarını açarak j^arbın bir alışveriş pazarı
olmuştu.
Bize ^relince *• Istanbulu aldık, Fakat Fatih, yal*
nız madalyada bir Roma arabasına bindi, başına o
madalyada bir güneş doğdu ve yalnız o madalyada
Kayzer kesildi; fakat Rönesans Avrupa’da başladı. K a­
nuni devrinde bir lütuf olarak verilen ve sonra başr
ınızu bir musibet olan kapitülâsyonlar, ülkeyi açık bir
pnzar haline soktu. Gün g-eçtİkçe tezg^âh sÖndü, fab­
rika kurulmadı. Şarktan gelen skolâstik düşünce es­
kidi, küflendi. AvrupaMa hayat şartlarından dog:an
müsbet »düşünce ilerlerken biz, Avrupa’yı hâlâ bir
darüicihat saydık ve müsbet bilg-iden haberi bile olmıyan medrese, sekizinci kat g‘ög:ün arş, dokuzuncu
kat ^^öğ-ün kürâi olduğuna inanmıya ve inandırmıya
çalıştı, o arşın çürüdüğünü, o kürsinin yıkıldığını
duymadı ve SofestailerİR Meşşaun vc Ruvakiyyundan
bahsetti durdu 1
Bu ınvıkaddimeden sonra asıl maksada geliyoruz:
Divan edebiyatı, müsbet bilgiye değil, ölü bilgilere
dayanır. Müsbet bilgi meydana gelir, gelişir, madde*
cilik doğar vc her tarafta hayalî bir dünya edebiyatı
103
kunılurken divan edebiyatı, hâlâ ölü bilgilere, 7aman
geçtikçe de daha ziyade ölen, çürüyen, kokan ve
dag;ılan fikirlere sahiptir. Asırlarca süren bu edebiya­
tın ilk devrini bilmek için de tefsir, hndis, kelâm, ta­
savvuf jribi bilgileri, Aris(o mnnfıg-ını, Bntlamyun
mesleg^ini, Hükema felsefesini, kimya*, simya*, rcmiP,
gibi acayip vc aalı yok bilgilerin hiç olmazsa mevzu
ve ıstılâhlarmı, bütün bu lüzumsuz ve mânâsız şeyleri
bilmemiz lâzımdır; son devrini anlamak için de. Ali
Şir Nevaî ve Fuzûlî dc bu bilgilerle anlaşılabilir, Ziya
paşa ve Yenişehirli Avni dc. Şehname okunmadıkça
bu edebiyat anlaşılmaz, efsaneler bilinmedikle h ı mu­
amma çözülmez.
Bu edebiyntta iklim yediye ayrılır, gökler dokuz­
dur. Bu göklerde yer yüzünden itibaren ay, utarit,
zührc, güneş, mirrih, müşteri ve zühal vardır. Bu yıl­
dızların tabiatleri, mizaçları, renkleri, tesirleri vc efsa­
neleri, hatta dostları, düşmanları, yer yüzüne hakim
oldukları zamanlar ve vazifeleri tespit edilmiştir. Mîrrih kılıç çeker, zühal bn?5 keser, zühre saz çalar, müş­
teri hüküm verir, Utnril kâtiptir, ay muhasip. Güneş
de âleme feyiz akıtan bir çeşmedir. Bu yedi göğü
on iki burcun bulundujfu sâbilelrr, burçlar gö^ü kap­
lar, bu gög-ü de dokuzuncu kat gök kaplapmıştır ki bu
göğe «Atlâs> denir ve şair, bazan bunu ög'düg;ü kişiyc giydirmiye kalkar da bu gök yetişmez, kısa «ya­
hut dar gelir; bazan da bu geniş göğün, padişahın
çadırına döşendiği, öbür göklerin de padişah kullarma
benekli bir libas olduğu vâkidirl Madde âlemi, dört
104
unsurdan, toprak, su, hava ve ateşten meydana gel­
miştir. Bu dokuz kat gökle dört unsur baba ve ana*
dır. Dokuz yüce babayla dört aşağılık anadan her an
üç çocuk meydana gelmektedir; cemât, nebat ve hay*
Van.
Bu edebiyatta Havva, Adem'i aldatır, yılan miyancılık edet. Nuh tufana uğrar, İdris göğe ağar.
İbrahim cömerttir, oğlunu keser. İsmail babasının bı­
çağına boyui) verir, gökten koç iner Yakup «Beytûl
hazen», yahut .«Külbc*i ahzan> da ağlar, gözlerine
ak düşer. Yusuf kuyuya atılır; Zeliha onu sever, zındana attırır; sonra Mısır'a sultan olur güzel YusuL
Musa Hızırla konuşur, yaptığı işlere sabredemez. H ı­
zır'la İskender buluşurlar, karanlıklar diyanna giderler.
Hızır, abıhayat içer, İskender mahrum kalır. Musa,
asâsiyle denizi yarar, Firavun'u kahreder, asâ, ejderha
olur, büyücüleri imana getirir. Süleyman'ın tahtını yel
götürür, Asaf Belkıs'ı tahtiyle getir. Kuş dilini bilir
Süleyman, karınca da bu padişaha bir karınca budu­
nu armağan sunar. Isû beşikle kpnuşur, öUilcrİ diriltir,
körlerin gözlerini açar...... Bu edebiyat, baştan başa
bir tarihi mukaddestir.
Bu edebiyatta âhır zaman fitneleri kaynaşır. Sev­
gilinin zülfü, kıyametten önce çıkacak, âlemi kaplıya'cak dumandır, boyu kıyamet, yüzü mağribden do­
ğan güneşi Harut'la Marut zühreyi severler, Bâbil
kuyusuna baş aşağı asılırlar, zühre çarpılır, yıldız olur, göğe çıkar. Kamış kaleminin içindeki ince kıl,
Harut'un saçındandır, şair de sihirbaz. Bu edebiyi-
105
tın g öjün d c melekler şeytanlara şihap atarlar, ye­
rinde cinler cirid oynarlar. Cennetler, Şeddad’ın İrem
bag:iyle haşir neşir olur. Kulaklara gaipten elest^ sesi
{^elir, s^özlere tecelli nuru g^örünûr. Dilberin aya^ınm
tozu tutyadır^, vuslâtı yaraları onartan mumya*, ba­
kışı toprakı bile altın yapan kimya. Güneşi, taşı laal
yapar, sfiheyl yıldızı Yemen’deki çakılları akik haline
getirir. Ovalarında ahular gerer, sevg^ilinin zülüflerini
Ç in ’e benzetmek Hatadır, fakat zülüfleri de misktir,
.sakalları, bıyıkları d a l Bu diyarın madaraları tılsımhdır, bu vuslat madaralarındaki hâzineleri zülüf yı^*
Unlan korur, bekler I
Bu edebiyatta Kanûn-ı Şifâ^ hükümleri revaçtadır,
remile inanıhr, usturlaba^ bakılır, eşrefi sâât" g^özetilir,
mushaftan fal açılır, yağmurlu havalarda uyunur,
ikindi ,üstü uyunursa adama ağırhk g^elir. Yarh^lar
fermanlar gelir gider, mührü Süleymanlarla âlemlere
hükmedilir, billûr köşklerdeki aynaların Önlerinde
dudular söz söylemeyi öğrenirler, Hindistan şekeri
yerler I
Bu edebiyatta bilgiç şair, sevgilinin saçlarındaki
teselsüle^** düşer, yüzünü görünce devre*^ inanır, ya­
hut vuslatını düşünüp de yüzünü göremeyince tesel­
sülün batıl ve muhtîl, devrin mümteniğ bir ihtimal ol­
duğunu anlar. Bu muhkem kaziyefere^^, cedele^** düş­
meden hükmeder I
Bu edebiyatta devri kamerden bahsedilir, şerefi
»ftap beklenir, ınirrİhle zuhalin nuhusetinden korku­
106
lur,müşteriyle zührcnin saadetine
saMeyn umulur, sahipkıran ö£âılür.
innnı'ır,
kıranı
Bu ctlcbiyalta mahbubun kaşları cclî'‘ hattır, sa­
kalları g^ubnr'-'. Zülüfleri taliktir*", sakalı, j;;MZ,c!ligîni
nesh” edemez. Boy elife ben7 cr, ağız mime, züIuf
dala, yahut cime, kaş raya Halta ne yazık, âşıkm
«ah» ı bile bir elifle bir sıfırdan”* ibarettir!
Bu edebiyatın nağmelerinden saba ahengi, nevruz
zemzemesi, hicaz havası, şehnaz makamı, Irak yeli,
ferehnâk terennümü, rast peşrevi, süzinâk semaisi,
eve şarkısı, buselik fısıltısı, mahur sadası, muhayyer
edası ve nihayet uşşakın ycjrâhtan, düjjâhtan, sej,^âh• lan ve çargâhtan mırıltıları duyulur I
Bu edebiyatta Hatem cömerdlik eder, Uveys deve
jifüdcr, İbrahim Edhcm saltanatından g’cçcr, Ferhat
Bisutün dağını deler, Mecnun’un başında leylekler yu­
va kurar. Cemşit kadehini düzer, İskender aynasını
cilâlnr, Gâve Dahhâk'i öMüriir, Feriflun ,nda1ctini
âleme yayar, Dârâ dünyayı zapleder, Rüslem pehli­
vanlıklar g-österir, Zâl’in doğmadan saçı ağarır, Behrnmı gûr yaban eşeği avlar, mezara avlanır. Efrasyap1ar, İsfendiyorlar, Tiehemtenler lop ve çevgân oynarlar.
Kafileler konar göçer, çan sesleri gelir, meşaleler
görünür. Mızraklar, kılıçlar parlar, kalkanlara inen
gürz sesleri kulakları çınlatır, yaylar yasılır, oklar
atılır, temrenler değer, kanlar saçılır ve yalnız Mâm
ile Bihzat, bütün bunları resmeder I
107
Bu edebiyatta deıvişler, baş açık yalın ayak ab­
dal olmuşlar, teslim kemerini kuşanmışlar, rıza palheng^ini takınmışlar, kulluk mengÛşunu kulîtkinrma
takmışlardır. Mecazî aşktan geçmişler, hakikî aşka
ulaşmışlar, erbainlerde diz çökmüşler, halvetlerde jfÖz
yaşı dökmüşler, yokluk mülküne ordusuz, tnb'asız
bir sultan kesilmişlerdir!
liu edebiyalta şairler, aynı muhayyel gög-ün al­
tında aynı hayalî yere dokmuşlar, aynı hayâlleri gör­
müşler, aynı çeng^i, aynı rebabı çalmışlar, aynı uy­
durma dili söylemişler, aynı isimsiz havayı ulamışlar,
aynı yola gitmişlerdir. Gelmişler, konmuşlar, yokluk
diyarına j^öçmüşler, bize seslerini bile bırakamnınışlardır I Bu masalların masalı âlemin son yolcuları göz­
den kaybolurken bizim için söyliyecek ancak bir aöz
var 1
Onlar kcpılınıç hayaline^ biz erelim hakikatine!
108
Bu yazıda gcçen bazı sözlerin açılması ;
1 — K im y a :
a ltm yapmak.
Bakır,
güm üş vc cıvayı
2 — Sim ya :
bazı
m uamelelerle
olm ıyan şeyleri göstermek.
3 —
R e m il, taş tahtaya, yahut k.^ğıda dökülen noktalarla geleceği anlam ak.
4 — Elest : T a m ı, önce ruhları
dcgihniy ijn dem iş.
tıp parlatan maden.
' 7 — Ib u i S in a 'n ın
G — K ırık la rı bitiştiren
bir kitabı.
elestü-rabbinİK
yerleri
duruşuna
başlanm ak
göre idlere
bir m evhum ilâv-
Ö — Güneşin derecesini ve yıU
d ııla n n b ulund ukları
10 — B ir şeyi,
yaratmış,
5 — Tutya : göze sürme ];ibi çekilen, yaşar­
belli eden alet.
başka bir şey
9 — Yıldızlarım
için en uygun
meydana
ve hayırlı saat.
getirir,
onu bir başka
şey, onu da başka bir şey. Bu, böyle devam edemez. Kendilij>inf
den var olnn bir varlık gerektir ki b unların hepsini meydana
getirsin. O da tan rıd ır. 11 — B ir şeyin varlığı, bir başka ^eyia
varlığına b a ğlıd ır. O dn ya buna
bağlıdır, ya
başka ^cye. B.aşka
şeye bağlıysa onun varlığı d ü şün ülür, değil de buna bağlıysa ikiki
de var olamam: veııairc,
cesini kabul
etmeyip
yere <jene çalmak
yazılanı.
— M antık kıyası.
kıyasdan kıyasa,
gibi birşey.
küçük yazılm ış şekli.
ın ü u h a n ili bir yazı şekli, şiir yakısı adeta.
sına geldiği
kiden
söze geçerek b(<ş
14 — E ski yazının
güzel vc iri
15 — Bu yazının her çeşidinin gayet ince, adeta per-
tevA İzle okunacak derecede
yaaiyle ah
İH — ICıyas neti­
sözden
gibi celinin
«ol>
1G — E ğri ve
17 — Bozm ak m âna­
küçük ve bir başka şekli.
şeklinde yazılır,
18 — E ski
ilk harfine elif denir. S ıfırı es­
böyle içi boş bir yuvarlakla
gösterirlerdi.
I^u
yuvarlak,
aopradan nokta oldu, s iliu d i ! İşte hepsi buna benzer şeyler.
XV
Tanzimat
edebiyatı
Şimdiye kftcîtvr Hikkat edilmiştir, münnnebcl düş­
tükçe Tanzimot edebiyatını hep divan edebiyatiyle
beraber andım. Nc yapayım? Divan edebiyatı pek
uzun türen bir uykuysa ta z im a t edebiyatı, bir uyku^a doymadan uyanış, b^^
devresi.
Dlvnn edebiyatı, sürekli bir şarhoşluk, uzun bir aıjKiş**
sn Tanzimat edebiyatı, dünyayı kanlı ve şiş gözlerle
süzen, başı zonklıyan, baktıg-ını iyi göremiyen,' hattâ
arada bir çivi çiviyi söker diye, yine şaraba, rakıya
sarılan bir mahmurluk. Zaten tanzimatın nasıl bir ha­
reket olduğuna akh erenlerin' akılları ermiştir. Tanzi­
matçılardaki hususiyet, tamamiyle zamana tabiğ bir
hususiyet, bu da pek tabiî. Medrese yıkılmak üze­
re, Avrupa g^örülmüş, mektep açılmış. Elbette şairin
fikrinde de bir şeyler olacak, işte olmuş da. Fakat
ne teknik, ne düşünce, ne de ifade bakımından bu
adamlar, divan edebiyatından zerre kadar ayrılama­
mışlardır. Şinnsi :
B ild irir had dini sultâna senin kanCınun
diye Reşit Pnşa’ yı ög^üyor amma bu söz, sırf büyük
lif etme illetinden doğan büyük bir söz ve işte o
kadar. Bütün tanzimatçılar, Avrupa’ya hayran ve bu
yüzden hürriyete meftun. Padişah değişince, yahut
110
sadrâzam ortadan kalkınca bütün hayat şartları «ilcg-iAvrupa'daki imran,
siyasî rüşt, maddî ve manevî yükseklik yerden biter
jfibi bitip oluverccck sanıyorlar. Üçüncü Selim ve
Alemdar Mustafa Paşa ile Bcşinci Murad'ın vc Nauuk
Kemal’le arkadaşlannm düşünceleri arasındaki fark,
pek AZ. Eskiler, Avrupa’yı elçilerde ^^örüyorlardı
diyelim. Bu yeniler de Avrupa’ya ancak elçi gibi g i­
diyorlar, Eskiler, elçileri nasıl görüyorlarsa bunlar da
Avrupo’yı, âdetleri, g^Örenekleıi vc her şeyleri ayrı
herşeyden habersiz bİr elçi gibi görüyorlar. Mad­
deye bağh J)ilgirım_ne
bile yok. G ö ­
remiyorlar ki Avrupa’da maddî refahın verdiği reha­
vetle Allahı ancak dinî günlerde âdel olduğu içİn
vc lütfen düşünebilen bir zümre var. Göremiyorlar
ki Avrupa’da maddeye bağlanan ve hayatı kazanmak
için onun mânası var mı diye düşünmiye bile vakit
bulamıyan başka bir zümre mevcut. Göremiyorlar ki
Avrupa’da el tezgâhı devri kapanmış, büyük sanayi
ve geniş istihsal devri başlamış, refah içinde yaşıyan
zümrenin hırsına karşı, onların refahını temin eden
zümre içten içe bir savaşa girişmiş ve bu maddî ya­
şayış, maddî düşünüşü meydana getirmiş, ilim, dinle
çarpışmış ve galebe etmiş, filozof, artık maddî ve
müsbet bir felsefe yaratmak zorunda kalmış. Hattâ
göremiyorlar ki orada halk, «tnb'a-i şahane» değil
ve «rcâyâ» yok. Hattâ göremiyorlar kİ orada hakkını
tanıyan ve nisbeten tanıtan bir halk» o hakka baş
eğmek zorunda kalan bir zümre var ve bizim ülkemiz,
ancak Avrupa'nın yüksek sanayiiylc geniş istihaa5 İvcrccek, hürriyet ilân cdillncc
u ı
linin bir satım çarşısı, bir istihlâk pazarıdır, oradaki
İktisadî şerait, bizde yoktur, oradaki cemiyetin bün­
yesiyle cemiyetimizin bünyesinin ayın şartlara uyma­
sına imkân bile düşünülemez. Onlar, bunların hiç bi­
rini g-öremiyorlar ve ancak İstanbul’da görmedikleri
aama köprüleri, fabrikaları, parkları, kulüpleri, bağ'
lan ve bahçeleri dıştan g-örüyorlar. Bunları Aristo
mantıkiyle düşünüyor, kıyamete yakın g^üneşin magripten doğacağı hakkındaki rivayetle tevİl ediyor,
daha da ileri g'idip Avrupa^nm bu halini, Endelüs me­
deniyetine kadar çıkanyor, bizden alınmış da biz i(lâ$
etmişiz sanıyor ve :
Şendendir ilâhı yino, hn mekr^û hu fUn^
diyorlar. Kapitülâsyonların kurulduğu devri, tarihi­
mizin en yüksek bir devri sanıyorlar, hemen hepsi,
o devre, o geçmiş güne bağlı. Fakat bundan daha
tabii bir şey de olamazdı. Çünkü maddi ve müsbet
düşüncenin doğması için aziz bir dostumun dediği
gibi Namık Kemâl'le Mustafa Kemâl atasındaki mer­
halenin aşılması gerekti, zaten çürüyüp kokan eskilik­
leri toptan silip süpürmek, garplı bir cemiyet kurmak
lâzımdı ve bu enerji ve görüş de Namık KemâlMe
olamazdı.
Tanzimatçılar devrindeyse henüz Kafesi, yahut K â­
tibi destar, kavuklukta. Harem, selâmlık bâki. Yine
cuma namazı, hiç olmazsa görünmek için olsun kaçırılmamakta. Ramazanlarda elde mâ^ert tespih, cami­
ler dolaşılmada. Yalnız namaz, bazan aptestsiz kılınabiliyor, iftarlara oruçıuz gidilebiliyor. Oruç gizli yenir-
112
ıc pek zararı yok. haremde yine kaUalar, halayıklar,
kethüda beyler ve harem ağalan. Ba^ta A tizî fes, üst­
te İstanbul'un, ayakta kaloş kundura. Dilde Fuzûli'den, Bâki’den, Nef'i veya Nedim'den beyitlerle bir
kaç frenkçe mjsrağ. Mütrnebbî ile Hügo'yu aynı za­
manda okumıya çalışıyorlar ve Beyog^lunda, Istinyede,
Bebekte, artık gûya Avrupalılaşan yerlerde oturuyor,
başı açık vc bazan mütefekkir bir vaziyelic resim
çektiriyor, Paris ve Londra'da divan okuyorlar.
Tanzimatçılarm iki mümessili Namık Kemâl’le Z i­
ya Paşa'nın birer divanı, Kemâl'i yetiştiren Şinasi’nin
bir divançesi var. Namık Kemâl'in 268 parça tamam­
lanmış şiirinden 166 sının aynı mazmunlarla şuna bu­
na, eski ve yeni şairlere nazîre olduğunu aninymca
greri kalan şiirlerinin kimlere nazire olduğunu bula­
madığımdan dolayı kusuru kendime verdim (yüzüncü
doğum yılı münasabetiyle Dil ve tarih - coğrafya fakül­
tesinin yaymladığı «Namık Kemâl hakkında» adlı kitabtaki «Namık Kemâl'in şiirleri» adi yazıma ba­
kınız, 1942 İstanbul, S. 11 — 77 ve bilhassa 32— 64).
A ynı divan edebiyatı mazmunlarını kullanan, özenmeçe tasavvuf yapan, Sâkiname yazan Kemâl'in yine
tesir altında .yazdığı bir iki yeniye benzer parçayla
vatanî şiirlerinde bu gün ciddi bir yenilik, hakiki bir
heyecan ve hele açık bir istek g-Örülmezse şaşmamak
g-erektir. Dünyada ne değerler sarsılıyor, ne imanlar
yıkılıyor. Divan şairi bile
Bana kim âlem-i im kân derler
O lm az olmaz, deme olmaz olmaz
demiş. Hüküm zamanın, neden hayıflanalım ?
113
Görüp ahkâm (yahut hukkâm )~ ı asrt m iinharif
sıdk-û selâmetten
Çekildik izzet-ü ik b âl ile bâb-t hükümetten
deyip mutasarrıflığa çekilerek yan gelen Kemal'in
hakkında da bugün deg^i'se bile yarın, zamnn, kat'i
hükmünü verecek, bundan kaçınmağa çare yok 1
Ziya Paşa^ya gelince *. Bu zatı, nasılsa arada bir,
bir modaya kapılmış görmekleyiz. Böyle olmasaydı
aleyhinde bulunduğu padişaha, kasidelerle ihlasını
bildirir.
Üstümüzden eksik etme sâye-ı şahanesin
Z âtınâ her hâlde her k ârd â sen ol nm în
diye tanrıya yalvarırmıydı ?
Ziya gibi
Hiç olmazsa
Adanalı
/i«;n öyle minnete gelmem Z iy â, htı saye nedir
B iraz da gün göreyim sâye~bânı kaldırınız
demezmiydi ? Padişnha dört tane kaside söylermiydi?
Hem dc bir tanesini Paris'te söylüyor. Ziya Paşa,
tam eskiler gibi, Hayır, onlardan da açık gÖz. Hiç
bir fırsatı kaçırmıyor. Cülus için müseddes bir terki­
bibent yazıyor, beğenilsin diye murassa bir mesnevi
düzüyor, askere, Saliha sultan'la Emine sultan^n ve
Şehzade SelimMe Mahmut Celâleddin'in doğumlarına,
kışlalara, hükümet konaklanna, çeşmelere, hatla hatta
padişahın resmine tarih «öyUıyor ve hepsinde do
adalelinin misli olmıyan o güvelim pehlivan padişahı
öğüyor. Bunlarla da kanmıyor da padişahın turasını
ve kadir donanmasını kıt’alarla kutluyor. Hele şarkı­
ları ... Padişah İstanbul’dan gider, haydi bir hasret
D İ vhti
IM th ija it
—
8
114
şarkısı; Jfelir, haydi bir j^eliş şarkısı. Kendisi Amasya’dnn gelip padtşnhın mübarek yüzünü ^örüncc al
bir şarkı daha. Görülmemiş birşcy; kendisine verilen
ihsnnn ve askere g^iydirilen yeni elbiseye bile şnrkı
ile şükranlarını sunmada. Eskilerin bile pek akıllarına
gelmeyen şeyler yapıyor, Reşit Paşa'yn upuzun nok­
tasız kasideler yazıyor. Böyle bir adamın hürriyet severligindeki ciddiyete inanamıyoruz. Acaba sadrâzam ol­
saydı hürriyeti yine scvecek miydi dersiniz? Ziya Paşa’nın yaptıg;! yenilik, cger yenilik demek cnizsc. ycni
coğrafî bilgilerle kozmog-ıafya bilgisini şiire sokmak
ve tanrının hikmetlerine şaşıp kalmrktnn ibnrtllir.
III üncü yazımızın son kısmını, isterseniz bir kere
daha okuyunuz.
Şihasi^dc fazla İsrar etmiye lü/um yok. Ne ka­
dar kötü manzumeler yazdığını divançesi göstermek­
te. Nesirlerinde Türkçe cümle inşası bile kusurlu.
Tanzimatçılar, nesirde de divan edebiyalının tesi­
rinden kurtulamamışlardır. XII inci* yazunr/.ın son k r
sımlannda bu hususta kâfi derecede söz döyledik.
Hatta tanzimatçıların tam alafranga bir devamı olan
ve müseddeslerden serbest vezne kadar }ıer tarzda
yazı yazan vc her çeşit yazısında birinin lesirine ka­
pılan Abdülhak Hâmit bile şiirde ve nesirde divan
tesirinden kurtulamamıştır. Cenap Şahabeddın, Mnkber mukaddimesini «Edebiyatımızda ilk nesir» saya”
dutsun, bu mukaddime, halta ikinci mukaddime ve Fat­
ma Hanım'ın mezar taşı, divan nesrinin simokinli
bir görünüşüdür, o kadar.
115
Kemârden Hâmid’o kadar bütün, bu devir, yeniyi
istiyor, fakat maziye bag;lı ve hayran. Nevruz Bey, Fa­
tih, Selim. Yahut llhnn, Turhan, Timürlenk Abdurrahmanı flalis ve daha bilmem kim. Ve bunlar bir
asırda ve bir kafada divan diliyle konuşmaktadırlar.
Hâmid’in gezdiği yerleri düşünün: Londra - Hindistan,
Avrııpnnın en mühim merkezleri. Fakat Kemâl, Londra^yı nrı.sıl parkları, köprüleri ve bilmem neleriyle
gördüyse Hâmitde Hindistan'ı Davalacirosuyla, Londrayı Finteniyie g-örüyor. Bir de Hindistan’a gitme­
den yazdığı «Duhteri Hinduj> su var, unutnııyalım!
Dedik ya, tanzimat ve onun devamı, bir esneme,
bir gerinme, bir mahmurluk sökme devresi. Amma
uyanmak için banlar lâzımdı, inkâr etmiyoruz; orta
oyuniyle Moliyer karışıg^ı tiyatroyu onlar yazdı, hatta
hâlâ, gözleri iyi görmediği için olacak, bellediği y o l­
dan bir parmak bile sapmjyan bir muakkipleri vnr :
Musahipzadc Celâl. Evet, tiyatroyu onlar yazdı,
masala benzer roman karaladılar, kavga eder gibi
tenkitler yaptılar, tercümeleri var, bir çok şeylerde
ön ayak oldular, i-fakklarını inkâr etmemekle beraber
şunu da söylemek gerek ki onlar, eskiden ayrılama­
mış, yeniye ayak uydurmaya çabalar sakallı bebekler­
dir.^-laklarım inkâr elmiyelim,^fakat çok da şişirmiyelim onları.
XVI
T a n z i m a t t a n sonra
Hâmit, dilimize gfîrcn «g;ayri kâfi» sözü* yetmez­
miş gibi bir de «nâ kâfi» yi icat ederek:
Evct^ tarz~ı kadîm di
bozduk, /lerc-ü merc ettik
Nedir ;/V-f hakikî safha-t o /âk a dere ettik
/iu ıjnlda nakd-i vakti sarftı ^.aıjrei birle hare ettik
Bize gelmişti z îrâ mcsIek-î ecdâd nâ~kâfî
diye ölünüyor, «birle, san, kim» gibi artık unutul­
muş eklerlerle ta on dördüncü asra dönüyor,
Gûyâ ki verûp hiddct-i bî-câ
Gülşen-gch-i ruhsârm a buhran
gibi eskilerce ofedilmez kaidesizlikler yapıyor, bun­
larla ve şekilde de kafiyeleri ve bentlerin mısra sa­
yılarını değiştirmekle yep yeni bir edebiyat kurdug;una inanıyordu. Bu kaidesizlikleri gören, hayata yük­
sekten bakan ve büyük lâflarla dolu olan bu şiirler­
den eskiyi tahkir ve olafrangnlık kokusu alan gençler,
hep Hâmid'e vurulmuştu. Artık < Edîb-i a’zam * m
yerini, «Şâ>r-î n'zam* tutmuştu.
Tam bu sıralarda bu günkü harflerimizle bahse­
dilmesi bile abes olan bir «Abcs-muktebes» meselesi
orl.ıya çıkıyor, Arap alfabesinde bu iki kelimenin biri
pellck «S» ile yazılır, öbürü «Sin> le. Binaenaleyh es­
kilerce kafiye olamaz, işte bu abes bahsi, edebiyat
âlemine yeni üstat atıyor : Recaizade Ekrem.
117
Edebiyat kitapları, Vnniköyündcki yal'da dog^an,
Büyükodft ve Istinyede oturan, Beyog:lundn jfczip
Yakacıkla cj^tcnen, ulnlran^a yazan vc Şişlide ölüp
Göksuya jfömülen bu Üstat his ve hayâl şairi saynrlar.
Kendisini üstat hayâl etmişler, kendisi de kendisini
böyle hissetmiş de her halde ondan. Hâmit tesirine
kapılan Üstat, şiirde pek yayadır. Lisanı, daha doğ­
rusu vezni, bir tür!'i emrine ram edemez. Kelimeleri
çeker, c'/er, büzer, tıkıştı nıı Farsça fiille yapılnıi!;i
bir mefulü alır, söze katıverir. Ahenk tamam olsun
diye aruzun en acayip ve fazla oynak olduğu için
eskiler tarafından bile merdane edaya yakıştırılamamış da unutulmuş {fitmiş vezinlerini kullanır ve haya­
tında çuk. fakat hep ferdî felâket çektig;inden hemen
her şiirinde ölümden, mezarlıktan, mezardan ve ya­
şayışın hiçliğinden bahseder, aflar vc bizi de aglatmıya çalış<r. Yakacıktaki eski mezarlığ^ı bir jjcce zi­
yaret etliğini anlatan ve
liir y ‘pti köyde, ûziın-i
güzâr idim
Afnjâya dûr-k^şie-vıt enıvâta câr idini
yani «bir geceydi, köyde ge7miye çıkmıştım. Diri­
lerden uzak kalmış, ölülere komşu olmuştum» beytiyle
başlıyan tcrciîbcndiniiı ilk parçasında :
Giryân idim fakat yözûm âzâde-ı dümu
Yoktâ lebimde nâle fa k a t nâle^kâr idim
yani «ağlıyordum amma gözümde hiç de
yoktu. Dudağımda feryat yoktu amma feryat
dum işte* der. Recaîzade, bu beyitte kendi
sini iyi anlatmada. Evet, Üstat budur bizce.
gözyaşı
ediyor­
kendi­
Ekrem
118
Bcv, nazjmdn nasıl divan şiirini Hâmit'vâri yürütmüş
ve bn/nn hcccylc dc yaznıışan nesirde dc divan inşası
kullanmış, baznn alafranga ve «ovh» lu bir 1 ürkçcylc
oldukça açık ya/ılnr yarmış, fakal hiç bir vakit sevmedig^i. fnkal gazelini tahmis elliği Muallim Naci kadar bile halk türkçesinc yanaşamamışlır.
Ekrem Bey’in «abes - muktebes» le girdig^i Serveti
Fünun'da, başma bir alay genç toplanmıştı, Gcçireccg;imiz inkılâbı, bıınlardnn birisi duymuş, yaşayışımızı
bunlardan birisi görmüş, dünü bunların birisi yıkmış,
yarını bunların birisi hazırlamıştır : Tevfik Fikret.
Oncc eski tarzda şiirler yazan, zaman geçtikçe Hâmid'in tesirine kapılan, niliayet kendi kendisini imâl
ederek <Rübap^ şniri olan Fikret, bizi'. hem ruh, hem
şekil bakımından ilk Avrııpa şiirini vctdi.
l lasılı tanzımat ve Kemâl - Hâm il, divan edebiynliylc Serveti Füııun nr;»sında bir köprudiır; mccnrdon
hakikata bir köprü. Divan bir uyku, Tanzimat bir
uyanış bir esneyiş ve geı iniş, fakat Serveti Fünun, bir
ayaf;:a kalkış, hayata adım atıştır ve Serveti Fünunin
yalnız Fikrel’i kastediyoruz. Çünkü bu devre, onunla
başlamış vr onunla bitmiştir. Cenjıp, « Yakazat-ı
leyliye»yi dinliyen, «Sââl-ı .scmen-fâm? a vurulan, kar*
ların uçuşundan zevk alan ve karlı bir havada karlar
allına gömülen, gününün ve bu günün şairi olamıyan
bir şair, fakat bir şairdi. Öbürlerine gelince '• Gelmiş­
ler, yazmışlar, söylemişler, susmuşlardır. F.dcbiyat
kitaplarında ancak Fikret'le çalıştıkları için adları anı­
lacak.
119
Fikret’te ilk olarak beşerî vc ileri görüşe rastlıyo­
ruz. O , bu flünyayı ve dünyadakilcri görüyor. Tah­
lil edemiyor, henüz âşiyanındndır ve âlemi âşiyanından görüyor, fakat âlemi görmekte, kendi âlemini
deg;il. Fikıet anıhnca Akif’i hatırlamamaya imkân yok.
Bu İkt kutup hakkmda neler söylenmedi ? Fakat bil*
mem ki Akif'tn tnmamiyle eskiye bağlı, kurulduğu
günden itibaren ayrılan, parça parça olan vc hiç bir
vakit tahakkuk etmiyen İslâm vahdetini meydana getirmiye çahşır, Çanakkale savaşında bile Bedir gazasmj görür bir Fikret^ten, yalnız bizi gören, mahalle­
ler arasmda dolaşan, yarını drğ-il, hep dünü düşü­
nen bir Fikret’ten bnşka bir şey olmadıg^ını inkâra
mahal var mı? Tevfik Fikret, yaşıyan bir Fikret,
Akif’se sesi tarihten, hakikî tarihten Önceki devirler­
den gelen ^ölge bir Fikret.
Ne yazık ki Tevfik Fikret, şiirin ruh ve şeklinde
gösterdiği yeniliği dilde görteremedi. Fakat ne olursa
olsun o, tekâmül tarihimizde bir başlangıçtır vc şiirin
hakikî hayata açılan kapısında yüzü hakikata bakan
bir heykel gibi daima durucaktır.
XVII
Peki, ne yapalım ?
Evet, uc yapalım V Divnn cdcUiyaUndu IoIîİrI,
bilcIig;imİ2 , gfördüg-ümüz tnbint dcgil, aşk tabiî aşk
değil. Bu edcbiyalta hayata bag-lılık yok, miskin bîr
tevekkül, bir kaza ve kader inanışı var. Muayyen
mccnzinrdan meydana g-elcn kopya bir edebiyat. Geliş­
me merkezi olan Utanbul'un bir yanmda boğaz, bîr
yanmda Marmara ve Haliç varken denizi bile göre­
miyoruz bu edcbiyalta. öğm csi muayyen kalıplarla bîr
dalkavukluk, sög;mcsi yeni yakası açılmadık vezinli,
kcîfiyeli küfürlerle bir tahkir. Hikâyesi dü?me, kıt'ası
uyduıma. Şairlerinin hususiyeti, ancak lehçe ve şive­
den, ancak meşrep ve mezhepten meydana g^elme, förüş
ye duyuştan değil. Ne halk var bu edebiyatta; ne
şehir. Ne köy g^örünüyor, ne kasaba. Ne yeri belli,
ne göğü. Ne yapalım ? Bu, böyle ve bu edebiyattan,
bu edebiyatı yürüten, süriikliyen şairler bile bezmişler,
birşeyler yapmak istiyorlar da yapamıyorlar. Nazım­
ları yapmacık, nesirleri uydurma. Fikirlerine kaynak
olan bilg-iİcr, dirilmeyecek olan ve dirilmelerine de
imkân ve lüzum bulunmıyan ölü bilgiler. Hele dili,
artık kat’Iyen anlayamıyacağımız bîr dil. Hele ölçüsü,
artık bellememizde hiç bir fayda olmıyan bir ölçü.
Tanzimat da bu edebiyatın biraz Avrupalılaşan bîr
devamı. Peki, ne yapalım ? Atalım mı bu edebiyatı,
okutmıyalım m ı? İyi amma edebiyat hocaları ne okuta­
caklar sonra?
1V.1
Latife bcrlarnf, doğru düşünme ve k«t’i karar
verme zamanı ^elip çatmıştır artık. Mekteplerde ço­
cuklar, anlıyamadıkları,
okuyamadıkları beyUlerin
vezinlerini bulmnja mecbur. Görmedikleri ve jjöremiyecekler» kitapların ndinrını. lınlta mAnnInnnı l)ilmrden, doğru ve yanlış ezberleıniye malıkOm. Sevme­
dikleri ve sevemiyecekleri şairlerin hal tercümelerini
bilmezlerse, ölüm yıllarını ezberlemezlerse, Nedim’in
damdan dama allarken düşüp öldüğünü, yahut Patrona
isyanından sonra biraz yaşadığını söyliyeme^.lcrse,
Şinasi’nin sakalını niye kestiğini kestiremezlerse koca
bir yıllan mahvoluyor. Hoca, çocuğa Onbcşinci asır
şairi Ahmet Paşa’nın hayatına ve şiirlerine dair bir
konferans vermesini söylüyor, Baki ile N e l’î arasında
bir mukayese yaptırıyor. Zaten bir hayal olan divan
edebiyatı da ancnk böyle hayalî bir tarzda okutulur yal
Yeter artık; çocukları bu manasız zulümden, hocayı
bu lüzumsuz zalimhkten kurtarmak lâzım. I^üşünce
değişmiş, duyuş ve g’Örüş değişmiş, zevk ve ynşnyış
değişmiş. Yirminci asrın çocuğunu yirmi birinci asır
için yclişlirtnck lâzımken nasıl olurda oımlhtu'i, on­
bcşinci asra sevk edebiliriz, imk^n mı var ?
Peki amma, nc yapalım? Hiç mi okutmıyalım bu
edebiyatı? Hayır. Bence yapılacak çok şey var. D î­
van edebiyatı, bilenler bilirler ki bir beyit edebiya­
tıdır. Hikâye ve kıt’alar müstesna, kaside ve gazel­
ler de bir beyitle öbür beyit arasında hiç bir bağlılık
yoktur. Hatta mâna da bir beyit içindedir, o beyitle
başlar, o beytle biter. Mânanın bir beyitte bitmeyip
öbür beyte bağlandığı pek nadirdir. Onun için hat­
122
ta herhang^i bir şeye örnek olarak bir mısra alamayız.
Bir beyitten fazlasına da lüzum yoktur. Beş beyitlik bir gazelin İlk beytinde şair, meselâ bir son
bahardan bahseder, ikinci beytinde şarabı över, sa­
kiden şarap ister. Üçüncü beyitte bir hikmet savurur,
dördüncü beytinde zahide çatar, son beytinde bah­
tından şikâyet eder ve g-azel biter, Bazı g-azeller var­
dır ki bütün beyitleriyle bir mevzua dairdir denebilir.
Eskiler, pek nadir buldukları İçin bu çeşit gazel­
lere «yeknesak gazel» diye bir ad takmışlardır. Eger
gazeller, hep bÖyle olsaydı da beyitleri birbirine yan
bakan gazeller az olsaydı onlara bir ad bulur, takar­
lardı. Bu beyilçi ctlebiyatın cidden çok j^^üzel beyit­
leri vardır. Mâna ve söyleniş bakımından birbirine
uygun kelime yıjjınları, bir vezin içinde, hnttn zoraki
kafiyelerle birbirleıine eklenir dururken birdenbire bir
beyit, şimşek gibi çakar. Karanlıkta şimşek ziyasiyle
yol almağa imkan yoktur amma bir an için olsun mu­
hayyilemizde bir ufuk açılır. Meselâ Necati’nin
Aya^ı yer m i basar zülfüne ber-dâr olanın
Ztivk-ıı şti)kîle verir cân~ıı sprî döne döne,
Usulî’nin
Âvâreler felek-zedeler, bî-nevâlartz
Alemde bir mahabbeie kalmış gedâlarız,
Fuzûli’nin
Sînem î çâk eyle gör d il ıztırâbın âşkdan
Revzen aç bâd-ı hevâdan mevc uran deryaya bak^
123
Tıllî'nin
Rn/tş-î emelim nlrit inân-t (itli elden
A hır sürerek vâclı-i hicrana dnşiirdiî
K y â ştk -t âvâre t/cftş kCuj-t ni^ârr
Ağyar o meh-pârcyi mesfânc duşûrdıi,
Nedim’in
Çekesin sîney9. ol şiihu koşâ-kc^ler ile
A lasın hûsesin am m â ki iiâb-âlCıdc
beyitleri gibi cicldcn piizci beyitler vnr. Hnltn Usulî’nin
DiiriHiîr çün kama defterleri tûmâr ^ibi
Dehr saltanlanm n defler~ii d îv ân ın a y uf
beyii jfibi serkeş, Adanniı Ziyn’nın
H â k üzre düşen ziyâ^yi mihre
B îr ziîll ise asman aiansın
beyti î^ibi rrıngrıır vc müstaj^ni, Reşit Akif F’rışa’nın
Çıktırma âh 'i d ilî kurh-ı nrş-ffâha dahî
Uzatma dest-i temonnâyı padşâha dahi
Bilirse kendi Inlir yoksa bildirir mi ^öm'il
D ilin dileklerini hazrel-î ilâh a dahi
Çatılm asın bana karşı o ebruxmn-ı ^a?ap
Tahammül rylimrm öyle, hir niffâha dahi
liıı izz-i ncfs R rşîdâ hndâ emânetidir
A nı fedâ edrmem en biiyıîk penâha dahî
beyitleri jıribi isynnknr beyitler bile var.
Edebiyatçılarımızın çoğu,
maalesef
perakende­
cidir. Divpn şairleri, nasıl ilhamlarını divanlardan nltr-
124
laraa onlar da bilg-ilerini kitaplardan alı ılır. İlk kitap
ne yazarsa aon kitnp onu yazar ve ilk kitapta hang^i
^iir varsa son nâkil, onu okur. Halbuki ndı anıhnıyan şairlerin bile, istersek tesadüf diyelim, gfüzel be­
yitleri bulunabilir. Nurullah Ataç, bir gün Sâkip Dede'nin şu beytini okudu "•
Külâ/ı-u hırka mey-âlûd çâr-pâre be~dest
Vcrâ-yı pcrde-i ııânmr.-u ârcı dv.k fiideriz
başta külah, sırtta hııka şaraplara bulanmış, el­
de çalpara. Namus ve ar perdesinin ardına gidiş.
Pek rintçe ve lâübalice gidiş amma beyit güzel.
Sonra Bâki’nin, Kanunî Süleyman’a, faşlıcalı Y ah­
ya'nın Mustafa Sultanca yazdığı mersiyeler, Ruhi’nİR
terkibibendi ve bazı gazeller gibi müphem olsa bile
zamanlarını tenkit eden, ruhlarını, ruhi hnletlcrini göste­
ren, sathi olsa bile insanı ve insanlığı tahlil eyleyen
parçalar var. Her şeyden önce bir bı:yil antolojisiyle
böyle dcg;erli parçaları toplıyan bir külliyat lâzım­
dır.
Bazı beyitler de vardır ki bir raısraiyle pek gü­
zeldir. Meselâ Bâki'nin
Görelim â y ın c 'i devran ne sûrcİ ^östf'rir
mısraını okuyunca insan, kendisini felsefî bir düşün­
ceyle karşı karşıya sanır. Devran aynası, bakalım ne­
ler gösterecek? Neler oldu, daha neler olacak? G ü­
zel bir mısrag-. Fakat beyti ilk mısraiyle beraber oku­
yalım :
125
Iljd ’^ â h û vûraltm dûlâba dilhcr set/rine
Görelim âıjmc-i devran ne sûrel gösterir
mısraın imâleleri, hele «dûlâb» la «varalım» kelime­
leri şöyle dursun; adam diyor ki î «Bayram yerine,
dönme dolaba, gÜ7xl seyrine gidelim. Bakalım, dev­
ran aynası yani dönüp duran dönme dolap, bize ne
gfüzel yüzler jröslcrecek ?>
Beğendiniz mİ? İkinci mısra^ da yıkıldı gitti, mu*
hayyelemizde do jan düşünce de. Fakat bu beyili bü­
tün olarak almıya ne zaruret var, ne mecburiyet.
Baki darılmaz, belki de hoşlanır. Beytin ikinci mıs­
raını alıveririz. Zaten mısrada mânada tamam. Şu hal­
de bir de güzel mısralar antolojisi lâzım. Fakat bu
beyit ve mısrag^ antolojisiyle güzel şiirler külliyatı,
bir kişinin yapacag;! iş değildir. Yapabilir amma uzun
sürer, zaman ve fırsat ister. Fakat bir enstitü, bu işi
hem kolay yapabilir, hem de meydana gelen eser,
daha tam, daha mükemmel olur. Sonra bu ensti­
tünün hazırladıg-ı parçalar, yalnız bilgisine değil, çün­
kü bilgi, tek başına miyar olamaz, hem bilgisine,
hem de zevkine ve görgüsüne inanılır adamlara su­
nulmalı, eksikleri tamamlanıp lüzumsuzları atılarak
knt’î bir vekil nlmaîıdır. Fakat bundan ne çıkacak?
Örnek olarak verdiğimiz bçyillerl, bu günün çocuğu
okuyabilir, anlıyabllir, hele bunlardaki mistik duyuş­
tan zevk alabilir m i? Tekrar edelim ki buna imkân
yok. Yalnız iş bununla kalmaz, edebiyat tarihi de
değişirse o vakit, bir tefekkür tarihi elde etmiş oluruz.
Edebiyat tarihi, artık divan edebiyatını ancak bir g i­
126
riş olarak almak zaruretindedir., Fakat bu tarih, hal
tercümelerinin etrafında dönnıemeli. Meselâ on üçüncü
asırda yetişen şairler, on üçüncü asır anlaşılmadan
nasıl olur da izah edilir? Çocuk, bu birbirine eklen­
memiş, mecburiyet olduğu için ezberlenmiş bilgiyi
derhal unutmaz mı ? önce on üçüncü asrın İktisadî
şartları, bu şartların dogurdug^u cemiyet, bu cemiye­
tin meydana ^retirdig^i siyasi birlik, halkuı yaşayış
tarzı, duygusu, isLeJi, ümidi, tevekkülü, inanışı ve
isyanı, bu bünyeyi yog^uran amiller anlatılırsa o vakit
Mevlâna ve Yunussun, neden on yedinci asırda
yetişmedikleri meydana çıkar. Bu usulle yazılan
edebiyat tarihinde dilin nasıl bozulduğu,
münevver
bir zümrenin ne suretle meydana geldiği, bu sınıfın
halktan neler aldığı, halka neler verdiği, o karışık
divan dilinin nc sebeplerle kurulduğu anlaşılır; şair­
ler, zaman ve mekân çerçevesi içine yerleşir. Böyle
bir edebiyat tarihinde divan edebiyatından vereceğimiz
metinler, yalnız aslı göstermiş olmak için alınmalı,
izahları çocuğun, metni anlamasına yardım etmeli,
hal tercümeleriyse gayet kısa notlardan ibaret bulun­
malıdır. Öyle notlar ki fazla bilgi edinmek istiyenler
okusun 1 Asır asır yürüyen bu giriş, Tanzimatm et­
raflıca bir izaliiyle tamamlanmalı ve kitap, ondan
sonra başlamalıdır.
Kitapta asıl yeri, halk edebiyatımızla son zaman­
lardaki şiirimiz ve bu şiirin kudretli mümessilleri vc
bilhassa son zamanki nesrimizle dünya edebiyatı al­
malı bence. Halk edebiyatımız pek zengindir vc bu­
günkü genç şairlerimiz, hiç te küçümsiyeccğimiz şa-
127
irlerler deg-il. Bize neler vermiyorlar? Faknt kuru
bir iddianın, köklü bir alışmanın ve eski bir gorü
şün tesiriyle hocalarımız, hoş göremiyor bunları. Hoş
göremiyor diyorum, başka türlü de söylenebilir bu
löz. Evet, onlar hoş göremiyorlar amma gençler bu
şiirleri okuyorlar, seviyorlar. Bu, bir vakıa. Burada
Hüseyin Rahmi ile Ahmet Rasim’i snygiyle anmamız
gerek. Hüseyin Rahmi, romanlarını yerli ve sosyal
unsurlarla meydana getirmiş tek rnmnncımızdır. A h­
met Rasim'c gelince! onda ne yok k i? Devir devir
bütün hususiyetlerimizi, çeşitli konuşmalarımızı, bütün
halkı ve münevveri onda buluyoruz Son nr5«ircilerimizden ne güzel örnekler alabiliriz. Bu;/ünün genci,
dünyadan ve dünya edebiyatından niçin haberdar olma­
sın? Bir genç, halk edebiyatını bilmezse dünümüzü, ve
bu günkü deg-erleri okumazsa bu günümüzü anlamaz, dünya edebiyatına ait fikri olmazsa dünyadan
başka bir yerde yaşar. Hür ükirli vekil Haşan Ali
Yücel'in himmetiyle Maarif Vekilliğinin Şark, Garb..
bütün dünya edcbiyatınflnn verdimi ve verrcfg-i trrcJimeler, bu işi tamamiyle kolaylamıştır. Kütüphanelere
bile bir hız ge'miştir,' onlar bile bize deg:cfli tercümeler sunuyorlar. Artık Ahmet Paşa’ya ait konferans
verdirmenin ne lüzumu var? Bu eserlerden birini
okutmak ve çocuj^un ne anladığını, iktifa eklerse mü­
nakaşalı bir şekilfle sormak yetmiyor mu ve. bu, <lahu faydalı demiyeccg:im, çünkü öbürü fnydnlı deg^il,
zararın la kendisi; hakikaten lâzım deg-il m i? Ne an­
lar Ahmet Paşa'dan çocuk, divanını nasıl okur, b öy ­
le bir fikri olabilir mı o gencin? Bu Ahmet P?şa
128
vazifesi, bir misal değil, bir valc'adır. Gazete okuya*
mıyan, ajans dinlcmiyen, mektup ve dilekçe yazamıyan çocuklar var ve ne garip, bunlar, Fuzûli’nin
ölüm tarihiyle derlerinin adını ezberliyor, N ailinin
şiilerini okuyorlar!
Üniversitede de edebiyat tarihi, tabiî daha etraflı
ola»ak bu usulle okutulmalı ve Edebiyat fakültesi,
ölü bilgiler veren bir yer olmaktan çıkıp hayatileşmelidir. Divan edebiyatı, artık bir bilg^i ve ihtisas
işidir. Şu halde bütün teşkilâtiyle kurulacak bir di­
van edebiyatı enstitüsü, çalışmag^a başlamalı, yukarı­
da yapılmasını dilediğimiz beyit ve mısra antolojile­
rini, şiir müntehabatını yapmalı, metinleri incelemeli,
bilhassa şairlerimizi, İran şairleriyle karşılaştırmalıdır.
Bir kere daha söyliyeyim î İnkâra ne lüzum var, ne
de ınccal; divan edebiyatı, kopya bir edebiyattır. Şu
halde bütün şairleri, İran şairleriyle karşılaştırmak,
bunlardaki şiir malzemesini ve düşünce bünyesini
usulleriyle bulmak, şayet yerlileri varsa meydana çı­
karmak lâzımdır. «Nel'î, Enverî tesiri altındadır, Mcsnevî’nin tesiri uzun sürmüştür, Mevlâna, Muhiddini
Arabî mesleğinin şiirini yapmış ve yaymıştır» gibi
sözden ibaret, müphem ve bazan da birbirine tamamiyle aykırı ve zıt olan Muhiddin’le Mevlâna'yı uz­
laştıracak derecede mucizcli, hasılı sudan, yahut
yanlış hükümlerin zamanı geçmiştir arlık. Söz değil,
madde istiyoruz, işte bize bu maddeyi, böyle bir
enstitü imal edebilir. Divan şairleri, halk şairlerine
tesir etmiştir, zaman zaman divan edebiyatında halk
129
tesirleri seziyoruz. Bütün bunları müşahhas bir halde
belirtmek, bu enstitünün vazifelerindendir. Doha çok
işi vardır bu enstitünün. Müsbet düşünceyle ne işler
g^örmez ? Bu yüzden, bu müstakil enstitüye isteğiyle
ayrılan talebe, liselere muallim olmamalı, aradan
çıkanlar, orada kalmalı ve kendilerini bu bilg^iye ver­
meli, yarının ihtisas sahipleri olmalıdır.
Hasılı divan edebiyatı, yaşayışiyle nasıl tarihe
■nal olduysa okunuşuyla da artık tarihe devredilme­
lidir. Bir bilgi ve ihtisas mevzuu olan divan edebi­
yatını, bu biİ£fide ihtisas yapanlara ve yapacaklara
bırakmanın zamanı çoktan gelmiştir.
X V III
H a l k edebiyatı
MofOİ islilâsiylc Selçuk im p n r n l o r lu ^ u yıkılmıştt.
AnndoluMa yer yer beylikler kııruUiyor, yi ni bir sa­
ray hayatı başlıyor, sarayları, yeniden üslün bir züm­
re çcrçcvdiyoırJu, Eski unsıırl;ırla yerli ıınsuri;\rıtı bir­
leşmesinden canlanmıya bavlıyan bn yeni medeniye­
tin temeli de Iran vc orta Asyada kurulan ümmet
medeniyetiydi. Çok önce bu medeniyete dayana­
rak millî — beşerî bir ruhla meydana jrelen Iran şiiri
en büyük şairlerini yetiştirmiş, en mühim eserlerini
vermiş, orta Asyadnki Türk devletleriyle Anadolu
Selçukluların dillerine bile tesir etmişti. AnatloluMa
Selçuk rlevrinde resmî dil Farsçaydı. Okur yazarlar,
Farsça biliyorlar, Iran şairlerini okuyorlar, onlardan
zevk alıyorlardı. Fakat bu k ü l t ü r ü benimsemiş olnn
saray yıkılmıştı. Yerine kurulan saraylardaki hüküm­
darlar, Farsça de g iI, Farsçayla karışık Türkçcyi bile
lâyikiyle anlıyamıyorlardı. Germiyan beg^ini
A hpnim dcvletlri sultanım akıbetin hâıjır ola
Yediğin bal ile t/oğıırl gezdiğin t/cr çayır ola
beytiyle öğen halk şairini bey, pek beg-enmiş, Şeyhî’nin kasidelerinden bir şey anlnmndıgını açıkça söy­
lemişti. Karaman beyi Mehmet beyin, türkçcyi resmî
dil yapmasındaki amil, tevehhüm edilen millî j^ayret-
131
ten ziyade meydanda olan bu hakikî zaruretti. Fakat
eskiden beri medreseden feyiz alan ve iskolaslik l)ilgilerlc yoğrulmuş, Iran şiiriyle beslenmiş bulunan âlim
zümre, yeni saraylarda yer alırken halka inemiyor­
lar, maddeten yükselenlere, kendi zevklerini aşılıyor*
lardj. Bey/adelerle şehzadeler, yine medreseden yeti­
şiyorlar, yine eski küllür diriliyordu. Yalnız aradaki
bocalama zamanı, şiirde Farsçanın yerine Türkçeyi
jrclirmişti. Bu sefer'şair, dokuda olduğu g-ibi yalnız
«Şehntımc' yi örnek edinmiyordu. Firdevsi’den beri
yetişen bütün Iran şairlerinin divanlariyle Çağatay
sahasında meydana g^elen Türkçe divan şiiri, yeni
şairin g-ö/ünün önündeydi. Hele yazddıgı tarihten
beri oün geçtikçe şöhret ve ehemmiyeti artan ve tasavvufî edebiyatın bir kuranı olan «Mesnevi* nin tc“
şirinden kurtulmak pek güçtü. Bu suretle batı Türk*
çesiylc meydana ^elen divan edebiyatının aslî unsur­
ları, yine Iran şiirinin mecazları ve mezmunlanydı.
Hunlıırin bcrab-r Mesnevi tesiriyle tasavvuf da bir şi­
ir unsuru oldu. Bu mecazlarla mazmunlar ve bunlara
verilen tasavvuf! mânalar, derhal kalıplaştı. Aslî un­
surlarla beraber pek tâli olaıak yerli örf ve âdetler*
den meydana gelen mecaz ve mazmunlar da şiire ka*
rışlı. İşte batıdaki divan edebiyatı böyle kuruldu.
Bu çağlarda henüz halkla münevver, knt’i olarak
ayrılmamış bulunduğundan halkın şiiriyle münevverin
şiiri de kat’ i bir surette ayrı değildir. Halk edebi­
yatının en açık vasfı, hece vezninin kullanılmasıdır.
Netek im aruz da divan edebiyatının veznidir. İlk
132
şairlerde, bu iUi veznin de kııll:ınıldij;;r,ı *;öt iiyorıız.
Fakat bu ayrılık, henüz lalıakkuk elmcmeklr. f)cr;ıl;er
başlamıştır da. Meselâ zamanının bütün bil^ilcıini iyi­
den iyiye bilen, Mcsncvi'yi okuduğu, Mcvlâna ile
görüş\ügü, onun «Scfannxar^ ını alnı.^kla (’)vünd\igü
kat’i surette anlaşılan, Sadi’nin bir j^azelit»i naznıcn
Türkçr.ye çeviren, mesnevi tarzında biı liralr yazan
Yunus Emre'nin şimdiye kadar l'arsça biı şiirine rnslamadık. Mevlâna’nın Belih Türkçesir.i Anadolu halkı
aniiyamazdı. Fakat Yunus’un anadili, Vjnlı O ^uz
Türkçesiydi. O da Mevlâna jjibi yclml'ö iki mille!i bir
jförmektedir. O da şeriat ve mezhep kayıt la) mm üs­
tündedir. Bu müsamahalı felsefeyi, bu ^;cniş ve it'sanî
inanışı yaymakta, bütün insanları, İnsanî biı scvjjiyle
sevdig-i ve bir g-ördü^ü için halktan ayrılnıamîıkta,
halktan aldığı duyg-ul an,halka halk diliyle vc iıalk vez­
niyle sunmaktadır. Halbuki altı ay padişahlık eden bir
babanın oğlü olan ve Kırşehvinde adcIa bir sultan j»-ibi
yaşıyan Aşık Paşa, ayni felsefeyi yapmıya çalışırken hiç
bir. vakit Yunus g-ibi şeriat kayıtlarını kıramıyor, ina­
nıp ulaştığı şeyi istihfaf edemiyor, daha doğrusu henüz
ulaşmıya çalışıyor ve halktan ziyade münevver züm­
reye hitap ediyor, heccyi kullanmakla beraber Mcsnevî’nin tesiri altında kalarak yazdığı koca «Garibname» dc aruz veznini tercih ediyordu. Görülüyor ki
halkla kaynaşan demiyeceğim, halktan henüz tamamiyle
ayrılamıyan münevver, ayrılmıya hazırlanmaktadır vc
hece ile beraber kullanılan aruz, yavaş yavaş kendisine
ayrı bir saha hazırlamaktadır. On dördüncü asırda
bu ayrılık tamamlandı. Gûlşehrî, <Attar» ın ^ Mantı-
133
kuttayı» ını esas tutarak onun gfibi, fakat ondan tamarniylc nyn, lürkçc bir «Mnntıkuttayr» yazdı. Şeyhî,
Hafız'dan ve diğer Iran şairlerinden mazmunlar ala­
rak, ba/.an da adeta tercümeler yaparak bir divan
tertip etti, bir Iran şairi gibi Husrev ü Şirin» yazdı,
d ıjc r İınn şairinden «Harnnme» sinin mevzuunu aldı
vc .Şcylıuşşuara' oldu! On beşinci asırda Şeyh Blvanı
Şirazi, Mahmudı Şebüsterî’nin «Gülşeni Raz» ını nazmen Türkçeye çevirdi. Necati, Iran edebiyatından ay­
nen intikal eden mazmunlara yerli mızmunlar da ilâve
ederek * Hnsrevi Rum» lakabmı kazandı. Bu asırda
doğud.ı yetişen Alişir Nevaî’nin açtığı Ç ijır , on al­
tıncı asııda Azeri sahasında Füzûli gibi kudretli bir
mümessil buldu. Ayni asırda Bâki, Türkçcde gazel tar­
zını tam olarak kurdu. On yedinci asıida Nef’i, on se­
kizinci asırda Nabi, Nedim ve Galip gibi teferrüt eden
şairler yetişti. Bu suretle işittikçe halktan ayıılan ve
Şeyhî’den ilib.ıren tamamiyle ayrı bir dil, münevver­
lerin konuştukları, konuşmoga çabaladıkları düzme
bir dil kullanan, devir devir İran şairlerini taklitten bir
türlü knriulannyan, yüzde doksan yağma mazmunları
tekrar livan, belki yüzde on da yerli ve bilhassa ala
sözlerivic yine nninevverlerin örf ve âdetleıİnden
meydana gelen mazmunları işleyip bu esas mayaya
katan kopya bir edebiyat, sürüklendi durdu. Heceyi,
yalnız son zamanlara kadar sofi divan şairlerinde
aruzla beraber görüyoruz. Bu da sofilerin, halka hi­
tap edecek kadar halkçı olmaları vc bundan üstün
olarak da Yunus tesiri altında kalınalariyle izah edilir.
On dördüncü asırda Macı Bayram, on beşinci aauda
134
Eşrcfog^Iu, on altincı asırda Dııakinzarle Alımct î’ cy
ve Usulî, on yedinci asırda Niyazi jjibi sofi şr.iricr,
arada bir heceyi kullanmışlar, hiçbir vakit bu vezni
«nutmamı.'şlar, hntla bu vezinde daha fazla muvaffak
olmuşlardır. Halbuki asıl divan edebiyatında Şcyhî’den
Nedim’e kadar hcce yoktur. Nedim’in heceylc yf’Zdığ^ı tek ş: rkısı da, münevver zümredeki halkçılıktan
ziyade o asırdaki g^ezintilerde daima duyulan halk
türkülerine özcnmeyi ve Nedim’deki serbestlig^i gös­
terir. Gazel ve şarkılarında daima Nedim yolunda
jriden ve ona birçok nazireler yazan Şeyh Gnlip’te
hiç de böyle birşey yoktur. On dokuzuncu asırdaki
heceyle yazılmış şiirlerse Nedim’i taklitten ve yine
türküye özenmeden başka bir şeyle i/.ah edilemez.
Tanzimatta halkçı bir ccniynn
tasavvur clınck,
hayalden başka birşey deg^ildir, l iasılı hecenin halkçı
bir tezahür şeklinde deg^il de sadece aruz düşmr.nlıg-ı
hıziylc ve millî vezin olarak ortaya ahimnsı. dünkü
bir vakıadır.
On dördüncü asırda tam olarak düzme bir dil
ve bu dille kopya bir divan edebiyalı meydana j;eldi. Fakat o asırdan itibaren halk, dilsiz kalmndı.
Onların da duygularını sazla, sözle söyleyen şairleri
vardı, üu şairler içinde ta on üçüncü asırdan itibaren
unutulmıyan ve gfün jreçtikç yenileşen, bilj;isiyle
hiçbir vakit halk şairi olmadığı halde halkı da ih­
mal etmlycn beşerî duyjî'iiHuylo ve öz diliyle halkın
şairi olan YunusMa bütün Anadolu’nun, bütün aşiret­
lerle köylüleiin duygularını taşıdığından bir yere
135
ınul olmayıp ülkeye yayılım Kai ac.ao^lai), niljnycl
bir zümre şairi olduğu lıalde yine beşerî duyg^usuyla
o zümreyi inşan Pir Sultan Abdal, divan şniılcrinin
en büyüklerinden dahıı mükemmel şairlerdir dersek
bu sözümüzde hiç de mübalâğa yoktur.
Divan şairleri, halk şairlerinin adlarmı bile an­
mazlar. Yalnız son asırlarda bazıları, halk şairir.den,
hatla Yunus’tan münasebet düştüğü için aşağılaya­
rak baiısetmiştir. Fakat halk şairleri, ^âh aşiretlerde,
gâh köylerde, gâh gezip dol>»şarak, gâh oturup yer­
leşerek, bazan orduda, bazen Cezayir
yalılarında
halkın ve devletin bütün defleriyle dertlenmişler,
bir kalenin düjşmeaine en içten onlar ağlamışlar, bir
savaşı en güzel onlar anlatmışlar, Tuna'nın sesini
en samimi onlar duyurmuşlar, bir bozgunu en d o ğ ­
ru onlar
duymuşlar, zamanı en
kuvvetli onlar
iğnelemişler, kötüye en seıkeş onlar isyan etmişler­
dir. Meselâ Damat İbrahim Paşa’nın felâketini bile
Nedim duymamıştır da yine onlardan biri duymuş,
bu acı vak’ayı, İbrahim Paşa’nın ağzından düzdüğü
bir destanla tesbit ptmiş, bu veziri halkın sevdiğini
anlatmıştır. I^adi Nedim, bu felâkette öldü, yahut
akhnı kaçırdı, bir müddet sonra da hayata gözlerini
yumdu, onun için birşey yazamadı diyelim; o dev­
rin başka bir şairi yokmuydu V Seyyit Vehbi’nin
«Vekâletname» sinde adı geçen şairlerin hepsi bir­
den mi ölmüştü yoksa ?
Halk şairleri içinde yer depremlerine, yangınlara,
züğürtlüğe, pireye, baskına dair destan düzenler de
136
vardır. Halbuki Anadolu’da «Anadolu’nun salcını,
Islanburun yang-ını» diye bir alalar süzü almış yü­
rümüşken koca divan edebiyatında bir yangın bile
yoktur, için için yanar bu edebiyat mı diyeceksiniz?
Halk edebiyatında divan edebiyatının tesiri yok
dcgfildir. Divan kıllşcleri, halk edebiyatına da j^irmiştir. Hattâ halk şairi, mânasını tam bilmeden aldıJı bir kılişenin ncrde kullanılacağını bilir, fakat kul­
lanırken meselâ «Badı saba yeli> deyiverir; halkın
cAy mehtabı, Lcylcikadir jfccesi> dedig:î g^ibi. Aruza
özenip bazan bu vezni, tabii pek acemice kullanan­
ları da vardır. Fakat okuma yazma bilmiyen, yahut
pek az bilen, şair ruhuna mâlik olup kendisini, mün­
teşir terbiyeyle yetiştiren bazıları, mümkün olduğu
kadar bu tesirden kurtulmuşlardır ki en ziyade mu­
vaffak olan halk şairleri de bu zümredendir.
Halk edebiyatında divan mecazlariyle beraber halk
mecazları da vardır. Bu edebiyat da mecazlar saltana­
tından tamamiyle kurtulmuş, tabiatı ve duyguyu, olduğu gibi göstermiş değildir. Fakat şıv muhakkak ki
divan edebiyatı gibi bu saltanata esir olmamıştır, iç­
timai bakımdan divan edebiyatiyle mukayese edersek
çok yüksektir. Halk edebiyatında da, ortaçağ zihni­
yeti ve idealizm vardır, Fakat divan edebiyatına
nisbetle realiteye çok, pek çok uygundur. Halk şa­
irinin sevdiği kızı gözlerimizle seçebilir, bahsettiği
yaylayı ayaklarımızın altına serebiliriz. Bu edebiyatın
köyü köydür, dağı dağ. Pınarı, ırmağı, hakiki pı-
137
narriır, lınkilci ırmak. Scv^îsi, jîayjjısı ; cnnflan kopî»r
»övmesi, InvltTinası içlen jjclir. Zevk ve tlııyptı l>nkımuıcîan da divan edebiyatından aşa^ı değildir. Hele
ifadesi tamamiyle candandır ve canlıdır. Bir şiiri, bir
divan dcger Yunus’tan örnek vrrmiycccjim, yalnız
laklidî ahenk hususunda Nedim’in aklıma ^elcn ş\ı
beyitini yazıyorum:
Pür etti kûçeifi sıtft~î feşâfiş-î rlârnân
Erişti zirvf’-‘i nnhîde çın çın-ı haîhâl
Feşafiş> kelimesiyle bir eteg:in çıkardığı sesi dvıyuyoruî;. Mallıaİdnn, yani ayağa fakılan b ilo ik lrn çıkan
ses, çınçın mı eder? Çınçınlı hamnm, Pınpınlı hamam,
bir jjelin aldım, babası im a m l.. Bu, saatin bilmecesi­
dir. Her neyse, yalnız <^ruz, kelimelerin dizilişi ve
bir a? değil bir hayli de okunuş kudreti, bize bu
beyti sevdirebilir, şairin »etek fışırtısının ünü, sokağı
doldurdu,
ayağa
takılan bileziklerin
çınçını da
ta zührenin üst ucuna vardı» dediğini düşünmeyiz
bile, aklımızda yalnız elek fışırtısı ve halhal sesleri
vardır. Takat birde Yunus’un şu gfüzelim beytini
okuyalım:
K arlı dağların başında salkım saklım olan hahıt
Saçın çözün benim için yaşın yaşın ağlar mtsın
Ne dersiniz? Bu beyitteki teşhis, bu beyitteki
tasvir, bu beyitlcki içlilik ve bu beyitte tekrirden,
mcydann jjelcn ahenk hakkında ne dersiniz? İşte bu,
böyledir.
138
H a l k eclebiyalının ruhu sanıiıntiklir. '1 rnuıntiyle hal"
ka luftl olan v c k im in oUiu^nı bilin ın iy c n .svj
lüık üy c
bakın I
Bulut gelir sekiz pare
Dördü hey az dördü kare.
Selâm söyle nazlı yare
Bulut yayıl dağ üslüıte
Bulut alla/ıı seversen
inm e bir tanem üstüne
Bulut gelir koşa koşa
K arlı dağlar aşa aşa
Yar ile baş koşa koşa
Bulut yayıl dağ üstüne
Bulut allahı seversen
İnme bir tanem üstüne
Sevgilisini buiultan bile kıskanmada, bululun bile
inciteccğ^ini düşünmede.
Hulk şairi gurbete düşer, sıluiunı arzular ; arada
dağlnr vardır. Scvf^üisi ^ider. Kendi kain*; arnHinı
dağlar ayırır. Yola çıkar, dumanlı dug^lar yol vcrnıe^ı:.
Yürüyüp {gitmek ister, karlı dag:lar bel vermez. «Bu
derde dağ; oba dayanmaz.»
dağa kavuşmaz,
insan insana kavuşur» ama çok koç yig-itler de dağ;da,
belde, karda, kışta can verir giderler. Yolsuz ülkede
kalk şairi, pek tabii olarak yazın çiçeklerle bezenen
139
ve yârine yol olan, kışm dum nnianıp pusiflnan, kar­
lar altında yolu, izi belli olmayan dag-lardan bahse­
decektir. Karacrvog-lan, bakın, dağları kendisine ne
kadar yakın g-Örmede, onlî.rla nasıl konuşmada:
Çukurova bayramlığın ^iyerkerı
ÇtpIakhğtrı üzerinden soyarken
Şubat ayı kış yelini kovarken
Cennet demek sana yakışır dağlar
Ağacınız yapraklarla donanır
Taşlarınız hak birliğe inanır
Hep çiçekler bağrımızda gönenir
Pınarınız çağlar ukıştr dağlar
Rüzgâr eser dallarınız atışır
Kuşlarınız birbiriyU ötüşür
Ören yer lor bu bayramdan pek üşür
Sümbül niçin yaslı bakışır dağlar
Karac oğlan size bakar s'^vinir
St’vinirken kalbi yanar göyünür
K ım ıldanır hep dertlerim dem'nir
Vas ile sevincim yakışır dağlar
Âşık adlı bir lınik şairiyse
Ulu ulu kervan geçmiş
Yollar gibi iniler i m
Karlı karlı dağlar aşan
Srllot ^ibi inilrrim
Yücesinde er haykırmaz
Sığın geyiği boğGrmez
Kuş uçmaz kervan yürümez
Dağlar gibi inilerirn
140
dörtlükleriyle kenarları ^arp dağ;larlu kaplı upuzun
yollarda, }|[^cçip g-ıden ulu kervanlorın hain nksctmekte
olan iniltilerini duyurmada, ku.^ uçmaz, kervan îfeçmc2 yüce dağlarla o dağ^lfinn heybetli iniltisini kendi
iniltisine benzetmededir. Halk edebiyatında dağ^lardan pek çok bahs edilir ve bu şiirlerin hepsi de
birbirinden j;^üzeldir. Bakın, şair, bu zalim dağ^lara
ittclcnirken bile ne ^^üzel ve ne tabiî ilenmede, ile*
nirken dönüp sevgilisini orandan, kıştan saklamaları
için nasıl yalvarmada, sonra sevgili ile arasını onlar
ayırdığından yine naSıl beddua clmcde î
Vûce dağlar ne kararıp pusarsın
Aştı derler nazlı yari başından
Oturmuş derdime dert mi katarsın
Alem sete gitti gözüm ıjaşından
Balta değsin ormanların kurusun
Gazel olsun yaprakların çürüsün
Top top olsun geyiklerin yürüsün
Avcıların avın alsın peşinden
Sarp kayalarını taşçılar dtdsin
Tomurcuk güllerin yad cUcr dersin
Yarin emaneti var senin olsun
Sakla dağlar horanından kışından
Fenasın da Karac'oğlan fenasın
O d düşe de döne döne yanasın
Yüce dağlar sen de hana dönesin
Ayrılasın yareninden eşinden
Dag^lara hitap eden halk şiirlerinde bir şey daha
dikkat ettim : Şair, dag^hır dediği halde onlara sen
diyor, hitaplarında hep ınüfret sig^ası kullanıyor.
Çünkü onca bütün dağlar birdir, bütün dağların
derdi bir.
1-11
D iv a n edebiyatında jfö^cJen bnhs cdiliıken aku
hatırlanır, ahu dendi mi tu Hıla ve Huten’c îridilir.
Fakat halk edebiyatının S’cyiği hakikî geyiktir. H*tayi, kendisinden knçnn bir ^eyik yavrnsıınn avcı
olmadıkını ne giizci söylemede, ona ne ho.ş Intlı d il­
ler dökmede, «g-eyik erenler» diyerek tnkdis ettiftî
ın u lin k varlıj^ı, vnliçi b ir hayvnn<ia bile nnsıl ^röntıcffe^
içmişin} bir dohı olnıtıştım ayık
Düşmüştîm dağlara olmuşum oerjik
Sana derim sana sürmr’li
Kaçma bend<^n kaçma avcı delilim .
Avct delilim ki düşcm izine
Kaça kaça kanlar indi dizinr
■Sürm?ler m i çektin kömür gözünt'
Kaçma benden kaçma arjcr değilim.
Sana derim sana ^nyik erenler
Bize sevda sana dalga v^rcnhr
Dilerim mevlâdan onmaz 7/nranlar
Kaçma benden kaçma aru ı d ğilim
Aı/dtr Şah HaiayVm uçan kaçandan
Zt'rrccc korkmazız bu taflı candan
Gidip dâvaç olma atana benden
Kaçma benden kaçma avcı değilim.
Bu şiirdeki «keyik crenler> sözündeki içlilik, bn
sözdeki İlâhi sonu ne üstün, ne derin birşey.
Dadaloglu’nun şu parçaigı, göçebe ya^syışmı *c
hoş anlatır, yerleşme emrine ne efece kafa tutar..
142
Kalktı göç eyledi A v şar illeri
A ğır ağır giden iller bizimdir
Arap allar yakın eyler ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.
Belimizde kılıcım ız kirm anı
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkım ızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir,
Dadaloğlu yarın kavga kundur
Öter tüfek duvulhazlar dövülür
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
Pir Sultan Abdal, uğ;raclıgj bozgunu ve düşlüğ^ü hali
bakın, nasıl anlatıyor:
Bu yıl bu dağlarv\ karı erimez
Eser bâdı saba y l bozuk bozuk
Türkmen kalkıp yaylasına yürümez
Yıkılmış aşiret il bozuk bozuk
K ızılırm ak gibi çağladım aktım
E l vurdum göğsümün bendini yıktım
G ül yüzlü ceranın bağına çıktım
G irdim ba/ıçesinf.' gül bozuk bozuk
Elim tutmaz güllerimi dermeye
D ilim tutmaz hasta halin sormaya
Dört cevabın m ânasını vermeye
Sazım düzen tutmaz tel bozuk bozuk
143
Pir sultanım t/aratıldtm kal dcyü
Zalim paşa olinden mi öl dcifü
Doktum hcni ısmarladı gel deyü
Gidrc.eğim amn rjnl hoznk bozuk
Yine aynı şaiirin <u tavsifine bnUın:
^ögf’ruhrn bostan olursam
^11 halkın diline destan oltırsam
Kara toprak si'nden Cisiün olursam
Ben de Im ıjayladan şaha giderim
Do^t rlinden doht içmiş deMıjim
Osh'i kan köpüklü rneşf^ seliyim
Hfn hir ynl ajrhıyum yol sefiliyim
Ben de ha ıjoıjladan şaha giderim
Şu iki (lörlUi^lin ilkindeki «kara toprnk senden
üstün olıırsnm^ Hitnbiyle İkincisindeki «üstü kan
köpüklü meşe seliyim» tavsifi, acnba Iıonjji divan şai­
rine nasip oinniîjlur?
Bana gül diyorlar neme güleyim
A ğlam ak şanrma düştü neyleyin
h in gülü açmış al ile yeşil
he.nim güllerim sojda neyleyim
dörllügiylc başlıyan b'r şiirinde
Gök ekin misali âdem
A nı eken biçer bir gün
144
diyerek ölümü
Aynı ;şiirdcki
ne küdrelli
bir diMe anlatmaktadır.
Ağaçlarda yeşil yaprak
İHistıjfimız kara toprak
Yer altında kefen yırtm ak
Başımızdan geçer bir gün
Pir Sultan’ım döşümüzde
Uzak değil karşımızda
Baykuş mezar taşımızda
Dertli derili öter bir gün
Dörtlüklerinde realiteye nekndar sadıktır. Seyiani
de aynı tarzda yazdığı bir şiirde ölümü, öyle bir
anlatır ki insan okurken titrer adeta:
Can ipini ten yününden
Saran kirm an ular bir gün
Sulu yalçınlar önünden
Açılan gül solar bir gün
Gül dalında diken yarar
Diken güle vermez zarar
Türap saçın baştan tarar
Saçaklarını yolar bir gün
Dünya olur bir gün harap
Ne bülbül kalır ne gurap
Rızka sebep olan iürap
Gözlerine dolar bir gün
145
Kudret koçunu koynuna
Katmış seıjreder oynuna
Ecel kolların boynuna
Habersizce dolar bir gün
Karacaoglan’ın şu şiirindçki sevgiyi, sevgideki
içliliği ve doğruluğu, ayrılığı ve sevgiyi hatırlattığı
için ayrılıg;a bile meftun oluşu, hangi divan şairi,
bu derece duymuş ve anlatabilmiştir^
Nedendir de kömür gözlüm nedendir
Şu geceki benim uyumadığım
Çetin derler ayrılığın derdini
A y rılık derdine dayamadığım
Dostun bahçesine yad eller dolmuş
G ülünü toplarken fid anın kırmış
Şurda bir kötünün koynuna girmiş
Şu benim sevmeye kıyamadığım
Kömür gözlüm seni sevdim sakındım
indim has bahçene güller takındım
Bilmiyorum nerelerne dokundum
liir belli haberin alamadığım
Karac'oğlan der k i yandım da öldüm
Her bir deliliği kendimde buldum
Dolanıp/ da kavil yerine geldim
K a v il yerlerinde bulamadığım
Seyranı, o kudretli şair,
D ivan iûleUiyAlı : İÜ
146
Sevdiğim delildin l>ntjlvc<> ezel
Aşkımın bağına diişürdiin aaznl
İbrişimden nazik •:nndrğtm ^mzcl
Meğer pnlof nibî hıikitlmrz imiş
diye sevjrigincicki lıiUranı aninhr,
/4.s/nnrn rncAanr olmuş mcşrh r
Ateşle Sı^yrani çiğl>'r pişrirr
Elmaslı kndrJılrr hiUûr şişnler
İçinde üüyı'imüş bir ak koğmıın
dörHüJiylc scvg-ilisini över,
Haddeden çekilmiş demir tel gibi
Çek beni bağrına çal kara gözlüm
diye yalvarırken
Voli hakim dahi doğmuş anadan
Kısmet toplamaya gezer er/ nadan
B ir susaz derede bir fırtınadan
Uğrayıp geçici selden sayılır
der ve bu serkeş isyandan sonra
Torunuyuz bir dedenin
Tohumuyuz bir bedenin
M ünkir ile cengad'^nin
S ilâ h olsam bellerine,
yahni
İnsan dedikleri hep bir soy imiş
Kudret ölçüsünde hep bir boy imiş
147
hükümlerini vererek, tamamiyle
bu sözleri okurken Sadi’nin
beşerileşir,
insan,
Benî-Ad>‘nı a îâ - y i yckdîgerend
K i dv.r (îfirîniş zi yek gevharend
bcyliııi lıalırlıyor. 1in nc kıulıcllirV
Halk edebiyatının kınaması da pek samimidir,
pek içtendir. Bozuk divancılar gibi sızıldamaz bu
erler. Yine Seyranî, bahtına
Nice defterlerden ismim sildirdin
Gelmedi hiç senden ses kara bahtını
Bahtın gemisinde yelken yok bildin
Durma lodos ^ibi es kara bahtını
Alem yıkıcıdır yoktur yapıcı
K im i cellâd olmuş kim i kapıcı
Ezel giymez idik mesti pabıcı
Verdirdin çarığa m'.^s kara bahtım
Ağır meclislerde sıkılmaz iken
M'mgeneı/e versen bükülmez iken
Seyranî aslana yıkılm az iken
Dedirdin tilkiye bes kara bahtım
sözleriyle hitap ederken ne kadar /ilozoflaşıyor.
Karısı ölen Celâli Bnba^ tanrp^a nc kudretle çat­
makta, Mc ynınni) sipnri^lcrcJc bulıınnındn, nc ncı nâz*
Icr söylemede, ne yollanacak hediyeler yollamada;
145
Ev bark etmek için trnll^ mcrc^i*
Diizüj) koşmuş idim tc.pir'^ clr^i
Şu kavdan^ yaptığın lecirteregi''
D iv an -1 bâriyp ıjadiy /ır ^Ötür
Elinle ördüğün çöpür'' nğnu
K âhan^ eylediğin kelem^ bağını
Şu kahaV^ biçtiğin sap orağını
A l ultı Tanrıya bor-güzar götür
Yetim köyncğini^'^ diken iğneyi
Her gün yal^^ verdiğin topal inpği
Ayran topladığın şu ak ülcği'"^
Afahşar yığnağına sakla sar götür
Uç kot^* arpa üç kot çavdar ekerdik
Kesmik^^ ekmeğine hasret çekordik
Namertlere ağı merde şekerdik
Sözünü tekrar et iftihar götür
tlc kısmet balsa bize pay taştı
Yoklukla derdimiz deryayı aştı
A çlıkla uğraşmak hayli savaştı
Çektiğin mihnetten ah~u zar götür
Yetim kalmış idin emzik tağında^'
Gamla kardeş idin gençlik çağında
B ir gül yeşertmedin gönül bağında
Gönül yaraların beraber götür
De kî kadir mevlâm bize ilişme
Dünyada stzlıyan y a ra ^ deşme
149
Celâli Baba dan sorma söyleşme
Bu dertli çobandan bir selâm götür
Hnik edebiyatının nesri de, ne divan nesrine ben­
zer, ne Tan/.imat ve Serveti Fünun nesrine. En eski
metin olarak X V inci asırda, bilmediğimiz bir sanat­
kâr larnfındatı to})Ianıuış olan Dede Korkul hikâye­
leri, ne güzel ve ne canlırhr : «Hanum lıey I Birjfün
Kamdan o^lu Han Bayındır yerinden kalkmıştı. Şam»
çadırını yer yüzüne diktirnııştı. Hanlar hanı Han
Bayındır yılda bir kere toy'*’ eder, Oğ;uz beylerini
konuklardı. Yine toy edip attan aygır, deveden buğ­
ra, koyımdaıı koç kırdırınıştı. Bir vere ak otak, bir
yere kızıl otak, bir yı-re kara otak kurdurmuştu...,.»
Şu cinnlclcıe hrıkm; bu cnnnn dil, divancıların
elinde nasıl olnuii.: da o acayip hale j^elmi.ş? İnsan şa­
şıyor dn{rrusiı. Fnknt yine bir halk sanatkârı olan
Evliya Çc.ii‘l)i, 1)11 dili lılç bo/.ıuaınışlır. Meselâ Eşkiya
Kara HaydaroTriu'nun yaralı olarak tutuluşunu, ken­
disiyle iıukııku oldu^uıulan fid ip doluşarak hal hatır
sorduğunu vc G irid’e }>.önderilınesinı padişahtan dile­
mesini söyleyince Kara Haydaroğlu’nun «Behey Evliya’ıu 1 Ölüm olduktan soma sı/lanyık ne boyuna
bore oltı. c.'en bir can için minnet mi ederim» dedigfini, ütulnâzamıp mcclisire j^ölüıüldüğü vakit de
veziri î\1ovlcvi külâhiyle görüp <•Dede Efendi, kurtog^hı kurl idim. Kişi aldığına j^öre satar, baba ve
atasından ş;ördüğünü işler. Ellıükmü lillâh* elediğini
anlattıktan ve vezirin, malların yerlerini ve kimlerde
olduğunu sonlıi'^u zamanda hiç istifini bozmadan
•150
söyliycmiyeceğini o tatlı diliyle anlatır. Sö/ü, Evliya
Çelebi’ye bırakalım ; Koca Hayclaroğlu. «Sullonım,
bunun sunli mahşerde olacaktır. Çıkası bir crtnım için
bu kadar ibâdullâlıı ele verip ateşe yakıp onlarda
olan ve bellerde medfun olan malları hiç deyemcm.
Koca Vezir, g-ün akşamlıdır. Dün dog’dum, bu j:ün
ölürüm. Hemen işini
dedi. Sadnâznm, Nola, baş
üstüne dedi ve Aseabaşıya, Varın, Parmakkapı’da
salbedin diye ferman etti. Kara Haydrrzade’yi bir hıımmal bcyj;:iri üzerine bindirdiler. Alây-ı azîm ile beyj>^ir
üzerinde iki yanına asinn jrjbi alay alay nigeran ola­
rak hakir dahi atıma süvar olup a^lıyaraktan beraber
g-ittim.
Oraya vardığında bog^azına ipi g^eçirip
habl-i metinin ucunu kayd-u bend edip altından ha­
mal beyg:irîni çektiler. Beydir bâr-ı jrirandnn halâs
olup Haydarzade teslîm-i ruh eyledi. Nice in’r.m ve
ihsanlarını görüp birçok zamnn birlikle taam yedik
Benim tarafımdan rnhmeUıll.'ihi aleyh.» (Ikdnm bas­
ması, C 2, S *178 - 479)
Bü snde nesri, sofi moklupl.'inndn da buhıyonjz.
Meselâ Ahmet Sarban, Ankarah Hüsameddin MükemmilV yazdığı mektupta diyor ki : «Ben sâlûsluk bilmezem, aşka riya katmazam. Aşka riya katan
kâfirdir. Azizim şöyle buyurmuştur: Lokması kursa2;ımıza düşen yaradılmış, yabanda kalmıya. Gönlü,
yaradan
ululug-una erişe deyü
buyurdul.ır. lîiz
dahi deriz. Sizlerin de bu muhibbiniz iızerinde hak­
kınız çoktur... Ala daima yerine ogu\ kaldıgm iste­
mez mi? Erde buhül yok, buhülde er yok. Meğer
Allah onarmamış ola...... Biz keşf-ü hnynlât bilme*
151
ziz. Bazarımız el elcedir. Ehlullalı halin söyleriz.
Kâmil, çok mükemmel halin söyleriz, cemî yaratıl­
mışla bir kişinin hnlin söyleri/,.*
l^te X V - XVII asır arasmtlaki halk nesri. X V inci
asırda kaygusuz Abdal’ın «Dil'jfüŞa» yahut «Budala*
nâme» adlı mensur risalesiylej diğer nesirleri de bun­
lar kadar gfüzel ve sadedir.
Artık sözü bağlıyalım. Halk edebiyatımız hayli
zeng^ındir ve rasgele, benim de bir kitabım olsun,
yahut bu çığırda da adım geçsin diye değil de yoliyle, yordamiylc metinler aranır, bulunur, basıhr,
incelenir, asır asır ayrılır ve o asırlardaki halk yaşayışiyle bağlanarak izah edilirse kim bilir daha
neler meydana çıkar? Bu işi, bu işin üstadı olan
Pertev Nailî Boratav, büyük bir ehliyetle başarmak­
tadır. Bize daha nice faydalı ve müabet eserler ve­
recektir. Bundan eminiz.
Yalnız burada şunu da ilâve etmek lâzım:
Halk edebiyatı zengindir, kudretlidir, şudur, budur. l'akal bugünün zihniyetiyle bizi doyuramnz. O n ­
larda halkın elemlerini, sitemlerini, isteklerini, ümit­
sizliklerini, isyanlarını... Hattâ muhitini ve yaşayışını
görüyor, buluyoruz. Fakat bütün bunlar,
geçmişe
aittir. Geçmişi, bugün yaşıyamayız. Halk edebiyatı
da XIII üncü asırdan X IX uncu asra kadar yürümüş,
devrini bitirmiş, geçmişe karışmış gitmiştir. Onları
bugüne tatbik edemeyiz artık.
Bugün sanatla cemiyeti birbirinden ayırmıya im­
kân yoktur. Sanatkâr, muayyen şartlar içinde gelişen
cemiydin muayyen gelişme devrindeki duyuşlarını.
152
Sezişlerini, g-örüşlerini, ihtiras ve dileklerini, hasılı
herşeyini tespit eden, bu suretle de geçmişi bug-üne
bag-lıyan ve bug-ünü yarınn devreden kudretin mü­
messilidir. Sanat, heyec.ınlarmı cemiycUcn nhr. Cemi­
yetin ıhtiyncını, ruhunda duyaınk onu ileriye sîircn
sanatkâr, zamanında g^eri fikirlerin lânetine uj^rnsa
da gelcccgfc hâkim olmuş demektir. Şu da muhakkak­
tır ki kendisini bir zümreye veren, topluluğa taşamıyan, mânevi sınırları aşamıyari sanatkârı zaman, sa­
nat kndrosı^undan pek çabuk nlnr ve asırlar, lıudutsuz
zamana g-Öre bir hiçtir. Kendisini topluluğa veren ve
toplulug:un insan dileklerini söyliyen sanatkârın dili,
bütün insanlıjjın dili demektir. Sanatkârın ihatası, ne
kadar şümullü olursa zamana hâkimiydi o kadar
kailleşir. I3u j^-ünün snnalkârı, bu jrünün halkından
ve beşer tarihinin bu (rünündcn, uzak yaktn, yukarı
aşağı, flıvar ve sınır tanımıyan buıründen ilham alan
sanatkârdır. Övüne«ek g-ördüj^ümüz bu jrünün Türk
şiirini ve nesrini yaratan buçünün sanatkârları için­
den, bütün insnnhg^ı kendisinde duyan, kendisini
bütün in.'tanhg-a veren ve halk .*;aîri Oİrnadt^ı halde
halkın diliyle halkın ruhuna Icrcüman olarak halkın
şairi, halkın sanatkârı olan bir Yunus’un, bir Dede
Korkut’un doğacağı muhakkaktır. Hatta belki de bu
sanatkâr, doğmuştur da kendi kendisini imal etmek­
tedir.
153
NOT- Bn yazıdaki nıelinlerdf? gnçon bazı
lügatler
1. ten: ıslaklık, 2, mcıck: cinm, 3. Icpîrî kıl, *^1.
kav: çömlek yîipıincak çamur, 5. tecir terck: knpka*
cak, 6. çöpür: yünün tarandıktan sonra kalan kaba
ve köUı k\î^m\, 7. knhı\rv ctn^ek: svumck, nntîa7.lnmak,
8. kelem: lâhna, 9. Kabal ; ortak, yahut ücretle,
g-ündeliklc, 10. köyn:îk: jrömlck, 11. yalî suyla karı­
şık kepek, \2. kiilck: tnhtarlan yag- kabı, 13. kot; fjir
ölçü, 14. kesmik ekmedi: kılçıklı ve kabuklu buğ­
dayla saman knnşık ın\rlan yapılan ekmek, 15. lag^,
tav: zaman, vakit, 16. toy : ziyafet.
X IX
Vezin ve Kafiye
Aruzu serkeş bulanlara, gfeınini zapledeıniycnlere,
daima mânayı bu vezne feda edenlere, yahut bu
vezni manasız kullananlara sözüm yok. Bilenlere ve
inananlara söylüyorum; aruz, hiç de sanıldığı kadar
zor değilidir ve insan, bu vezni emrine ram etti mi
bu vezinle konuşur da, o kadar munisledir ve o ka*
dar kapı kuludur bu vezin!
Zaten aruzun bu munisliği dej^il midir ki eski şa­
lilerimizin j^azcllerindc laf yığını beyitleri alabildi­
ğine çoğaltmıştır^^ Yine bu munislik yüründen <leğil mi,
hiç de şair olmıyan nâzımlar yetişip duı muştur, öyle
ki, insan, bir asırda yetişen bütün şairlerin adiarmı
kabil değil ezberliyemez; yirmi, otuz senede ^eiip
geçen şairlerden koskoca bir şuaıa tezkiresi
meyda»a ^^elir I Eski nesilden hürmet elliğini bir zat
anlattı, meşhur Hayret Efendi dermiş ki: ^Eskiden
mekteplerde Tuhfc-i Vehbi okunurdu, çocuklar, bu
manzum lûj^atı ezberlerler, bu suretle de vezne alı­
şırlar, tabiatı şiiriyesi olanlar şiir söylemiye başlarlar­
dı.» Çok doğru ve bu demektir ki aıuzu belleyip
bu vezne alışan bu vezinle laf edebiliri
Aruz bir sihirdir, bir ahenktir derler; değildir.
Aruz yeknasaktır ve birteviye sürüp jjiden aynı
ahenk insanı bıktırır, usandırır. Hatta eskiler, okuyan-
155
lan bu usançlan kurtarmak için bazan bir heceyi
hazfedip «sckt-i melih» İcr yapmışlar, hikâyelerde «ra­
ya ba.<jka vc7.indcn gazeller katmışlar, »müstcznl»
şeklini icat elmek zornnda kalmışlar; yeniler denen
dünküler değil de evvelsi günküler de serbest na/mı
kullanmışlar, bazı defa da bir manzumede ve/.tndcn
vezne atlamışlardır. Aruz ahenginin saza tatbiki da
evvelce yanlış olarak Türk musikisi, bu yakınlarda
da nasılsa bazıları tarafından öz musikîmiz denen
ölü musikiyi meydana j^etirmiştir. Bu musiki, ne kadar
söz musikisiyse, aruz da o katlar söz vczni<lir. Zatrn
Fisag-or’un, miraç ettiği zaman yıldızların rlönüşündcki
ahenkten aldığı yahut da yine bu filozofun Kaknus
denen kuşun çıkardığı seslere dikkat edip icat ettiği
için ıllm-i edvar» denen vr eskilerce <Icğil. Irnnlıbrca da Yunan menşeli olduğu kabul edilen Şark mu­
sikisinin devirleri, durakları, aruz esasına jjörcdir,
Onlar da birer cfail ve tefalidiı.
Kaknus dedik, bu kuşu anlatmak icap eder: Esatir
buyurur ve esatire inanan divan şairleri naklederler ki:
Kaknus bir nevi kuştur, gagasında bir hayli delik var­
dır. Dünyada tektir bu kuş. Öleceğini anladı mı çalı
çırpı toplar, üstüne oturur, hazin hazin ötmeye ve
kanatlarını şaiddetle çrpmaya başlar. Gajrasındaki de­
liklerden binlerce nağmeler çıkar. Nihayet kanatlarını
çarparken bir kıvılcımdır çakar, çalı çırpı tutuşur, kuş
da onlarla beraber yanar, kül olur. Külünden yeni
bir Kaknus peydahlanır, ölümü öyledir bu kuşun,
doğumu da böyle!
Vezinden bahsediyorduk. Evel, aruzda insanı birden
156
aldutau, fakat dikkat edildi, yaluU aru/.Ia yazılını^?
şiir ui'.adı jjJltidj mi adamı usandıran bir alıenk, birteviyo sürüp oiden bir
vardır. Kelimeler,
aruz kalıplarına sıgacnklır, :cıs{;ele bir hecc, bölü­
necektir. Uzun hecesi olmıyan dillimizin herhang^i bir
açık hecesi, aruzun uzun heceli kalıbına rasindı nıı,
yahut Far.sça veya Arapçrı bir kelimenin kısa hecesi
aruzun uzun hecesine tesadüf elti mi çekilcccklir.
Bu suretle dil, çekişlere ve ezintilere uğnyncak, he­
le Türkçe, tamamiyle acayip bir imle jjelec<;ktir.
Türkçe, yalnız kısa hcceli kelimelerden meydana
g-elme bir dil dejll, aynı 7.amanda kapalı ve .^çık hece­
lerden meydana ^reline bir dildir. Kapalı heceli r, aru­
zun uzun cüzüne, açık hecelrr kiiü cüzüne taslamam
denktir. DoJJru; fakal, ya söyliyeceyım sözde de­
min d«<ii2:im ij-ibi açd; hecc, aıu/uıı u?.un cüzüne
raslarsa zoraki <üknccgim; ya kiipalı hece, aruzun
kısa eü/ünc raslarsa t) hececi allıyae>.gını, öyle miV
«Yeterarlık - feilâtün, bıktık arlık • fâllâtüıı, arlık ye­
ter - Müblef’ilün.» Güzel. Faknl -artık bıklık^' sözünü
fâilâtün’e nasıl uydurayım? -Arlı bıUlık* mı diyeyim?
. Diyemem, şu halde söyleyemem» dilsiz kalırım. A na­
dolu kelimesini yine .-.ruzun bu cii/ünc sokmıya
kalkılırsam «Aııadulî» j^ibi acayip bir ^ckle };ircr.
' <Bû şehr'i Sitaubûli-kt bîıuisl-ü bchûdıi '' mısraınuı ilk
vc ikinci cüzünü «Mel'ûlü mcfrûlü»- cüzülerine uydu­
rabilmek için, «bu> kelimesiyle «bul» hecesini çe­
keceğim, çekmezsem vezne uymuz vc bu mısraı söy*
liycmem. İstanbul da «Sitanbûl» .şekline g-triyor, bu
da caba i İjjte uru:', dilimize bu kadar uymuîjtıu bi
157
•/im Y nni ? Yani hiç »lymnmışlır. Bn vezinle imnIcsiz şiir yazmnk için bir lıayli c>:ilmek vc üzülmek
Itîrım. Amma diyeceksiniz ki sannt, bir cehil mah­
sulüdür. Dog;nı, (loj^nı fnkni cehdin sontmdn meydnnn
j’clen eser, yine rlivnn e<!cbiyatmm 'rTtıtgny-lıı^ra»
kuçM }i;fibi ayaklan başmda oimnmniı ! Buna ra/t ol­
dun, fikri feda eltin, kelimeleri ezdin, yahut çeklin
mi alabildig;ine kolaydır. Tekrar edeyim, bn vezinle
konuşulur'da, fakat sözler, nasıl ve ne çe.şil olur?
Orasırn düşünmemek lâzım.
Ya lı^rcc? Dilimize ^örf* şüplıe yok ki o, nruz<)/m çok <İMİıa Inbil. I'aknt f»ndn <1« nyn» kr)l;ıylık ve
aynı birleviye jpdiş
var.
Hallâ bu yüzden de
halk enirleri pek çok vc bu çokluk içinde değerlileri
güç bulunuyor doğrusu. Zalen aruzla hecenin kardeş­
likleri de muhakkfk. Birisi krpalı \c açık heceyc da­
yanan iptidaî bir müzik; öbürü uzun hecesi olmıyan
Türkçenin kısa hecelerine, hecelerin sayısına fnbi
daha iptidai bîr müzik. Birindeki ahenk, uzun ve
kısa hecelerin muayyen yerlerde birbirleri ardından
jrelmesinden doğuyot, öbüründeki ,'>henk, muayyen
-yerlerdeki duraklardan. Ve ikisi dc fikri bir kayıt
altına alıyor. Kayılsız sanat olmaz denebilir. Faknt
bu kayıt, önceden konmuş mnlûm bir kayıl olamaz.
Onu sanatkâr ibda çimeli ve biz, o sanat eseriyle
birleşmeliyiz, otuı varlığımızda, varlığımızı onda bul­
malıyız da ondan sonra derin bir dikkat neticesi
olarak o kaydı âdeta keşfetmeliyiz. Sanatkâr, sannt
kaydmı kendisi ibda eder, evvelce hazırlanmış kaydt
158
bağlasiirsa eaeri, muayyen
sanat eseri olmaz.
bir kalıba uyar ve hiç ide
Kaliyc de vezin kadar bayag^ı bir ahenktir. Muay­
yen ıniHraların sonlurnultv nuı^yycn biv sc^ çıkncuk.
Vc/nİM aheng-ine bu tla knlıldı mı bir ilade musikisi
meydana g;elecek? Ne saf iddia, uzasm gitsin bir
şiir de bakalım kafiyeden bıkılır mı, bıkdmaz mı? Ne­
den mesnevi tarzı icat edilmiş ve neden uzun hikâ­
yeler bu taızda yazılmış? Muayyen kafiyeye bağlı olan
fikir, kafiye derdinden rasjjelc söz söylemez de ne
yapar? ö y le kasideler vardır ki kafiyeyle redif birbi­
rine İliç bağlanamamıştır. Öyle beyitler vardır ki
sırf bir kafiye hatırı için yazılmıştır. Meselâ şair
şöyle bir beyit bulmuştur;
N âz olur dem-bcst<* çt;;r.-î nîm-hûbından senîn
Şcrmeder reng-î lebcsisü::t lal~ i ndbından senin
Yanı »Naz, bcnin yarı uykulu gözlerini'jjörür de
şaşırır, dudağımı yumar, biı>ey söyliyemez olur Tebes­
sümün rengi, halis ve berrak bir laale benziyen du­
dağıma bakar da utanır kalır.» Fena değil. Bugün bize
yabancı amma divan eslelig^ince g-üzel bir beyit. Fa­
kat şair, hâb, nâb iselimeleıiııc kafiye bulmak zo­
rundadır. Sıralar'* nikâb, kilâb, şittıb caraehâb, intihâb.
Derken kitab kafiyeli beyit şöyle zuhur edebilir
nncuk :
Zûh'tdû nıa*zûr lut cildinde. siKlct nar biraz
Cılentin fehnı olunur Iıacm-ı kitabından senin
159
Yani '/..'»İlil, mazur tul. C»l<1in<lc (derinde) hirnz
.ng;jrlık var. Knbnbjtn, kitabının hacmından ?<nlvnşılmnd n .' Pckt; bu sııtint mıdır dcmiyccc^im, I n î mıdır ?
Zavnllı ş:ıir, ktinp kdlnıcsiylc bir knfiyc ynj’ip bir lx*yit
yazabilmek için tııbıl cUdi, Kacmı, T^ibayet yine kiVnp
miin:tsebeliyl(î softnyı ve knbob^ı bu beyle s(»kmnk
mecburiyclin'le kalmış. Nnilî, âh, sOrâb... (f»lnn filnn
derken bit de 'Tnbbah» kelimesini bulup g-üzel bir
gnzclini beıbnl bir beyitle çig; çig; kokutmuşhır âdc(,n.
V'iörlilüyor ya, <livan cdebiyatuıdn satle mecazlar
sallanalı yok, bir de vezin saltanatı, biı;de knfiyc
saltan.'ılı var. { lanjji padişaha kul olsun şair ?
Divan edebiyatında, divan edebiyatına için için
bir isynn vardır demiştik. Bu isynn, ve/nc ve kafi­
yeye karşıdır rla. Memen her şair, kasidelerde kafi­
yenin pek daraldıg-ından, artık sözü kesmek mecbu­
riyetinde bulundug-undan bahseder. Fakat nail üstnd
şairler, vezne knrşı da isyan etmişlerdir. Mesela Meviâna na/armda vezin ve kafiye nedir ? Okuyalım :
«Ben kafiye düşünürüm; sevg-ilım bana der ki î
Yiızümden başka hiç bir«,ey düşünme I Ey benim ka­
fiye düşünenim, rahatça otur, benim yanımda devlet
kafiyesi pensin. I inrf ne oUıyor ki sen onu düşünesini
Harf nedir ? Üzüm bağının çitten duvarı I Harfi, sesi,
SÖ7.Ü birbirine vurup parçalıyayım da Seninle bu üçü
de olmaksızın konuşayım I Adem ’den bile gizlcdij^im
sun, ey cihanın esrarı olan sevgili, sana sÖyliyeyim
Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrail’in bile bilme­
diği gamı, Mesih'in bile dem vurmadığı, hatta lann*
160
nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye iiçmadıgı
sırrı sana açayım.» (Mesnevi tercümesi, C. 1, beyit
1727— 1733).
*Gül.^cn-i râi»
»ahibi M«hmûd*ı Şcbiistcrî dc
«Mâna, aruza, kafiyeye sığmaz. Mâna. Öyle bir knba
sıg^ışmaz. Mânalar, asla harfe gfirmez. Engin deniz
bir kab içine sıg^amaz ki» diyor. (Gül^en-i râz
tercümesi, beyit 53— 54) Attar da ayni fikirdedir.
Daha önce Senai’de de bu fikri buluyoruz. Ustadların hepsi, vezin ve kafiye kaydından şikâyetçi.
Fakat vezinsiz ve kafiyesiz şiir ’ olabilir mi ? Onlar,
bunu düşünmemişler. Mânanın, yani asıl şiirin vezne
ve kafiyeye sıg;mıyaeağını biliyorlar da, vezinsiz,
kafiyesiz, bir şiir yazamıyorlar. Bundan tabiî birşey
de yok. Çünkü onlar, divan teknig;ine tabidirler.
Bu teknik, şiirde vezin ve kafiyeyi esas tutmu^’, şiîri
»‘ Kasd ile mevzuun ve mukaffa söz söyleme ktir>
diye tarif etmiştir. Fakat bugün divan tekniği, onu
kuranlar ve ona uyanlarla maziye karışıp gitmiştir.
Bu bir hakikattir umma ne fayda ki ^öremiyenler
göremiyorlar.
Bizde hece, bundan önccki yazımda dediğini };ibi
millî bir vezin olarak aruz düşmanlığıyle ortaya atıldı.
Tanzimatçıların hecelemesi, şuurlu birşey değildi. O n ­
lardan yalnız Anadolu’da fazluco gezen Ziya Paşa,
koşma ve kayabaşı g^ibi halk şiirinin şekillerini duy­
muş, çocukken de lalasının himmetiyle Aş<k Garib’i
okumuştu ama yine de Osmanlıca diye üç dilden
meydana gelen bir dilin varlığına inanıyordu.
161
Hcccyi millî vezin tliyc kötü manzumelerle sunan
Mehmet Emin, bu vezni o kadar berbat bir fekilfic
kullanıyordu ki. Bu sırnlarda işe bir filozof karıştı.
Hece vezniyle ve Farsça, Arapça kelime ve terkiplerle
dolu şiirler yazmıya, adeta aruzla meydana g^etirdiği şiirleri bir kere de hece vezniyle karalamıya başla*
dı. Tekke edebiyatına vakıf olan, Pir Sultan'ı Hatai’yi,
Kul Himmet’i bilen bu filozof, heceyle yazdığı
şiirlerde onların, yani halk edebiyatının tekniğini
pürüzsüz olarak tatbik etti. Birden iş değişti, herkes
heccnin aheng^ine hayran oldu. Divan kılişeleriylc
Tanzimatın ^^etirdiği romantik görüş, halk edebiyatı
tekniğindeki ahenkle karışınca ortaya meseU şöyle
bir parça çıkıverdi :
Reng-î hüzn emerdi ar/, u/^er, çemen
Günün can çekişen solgun lebinden
O akşam hcrşeyi pembe gördüm ben
O yerin mehtabı gûl-gûndur sandım
Filozofun ne derece, yahut da ne derecede şair
olduğunu münakaşa edecek değiliz. Yalnız kendili,
şairi, şöyle tarif ed iy or:
Ş air tabiatın sihr-i hüsnüne
Tutulmuş sayıklar bir divanedir
Çılgın sevincinc derin hüznüne
Suret vermek ister söz behanedir
Bug^ün,
böyle
yalnız tabiatın
g^üzelliğindeki
büyüye tutulmuş sayıklayıp duran, kâinatın mevhum
scvinciyle hüznüne suret vermiye çalışan divane bir
D İ vao E d e b iy a tı : l
162
şaiirin g^ünü deg:ildtr. Fakat vaktiyle onun sazından
nefesler bile dinlendi. Gâh Inkdir edildi, g^âh Arapça
vc Farsça kelime ve terkipler yüzünden kmnndı. Fnkat o vakit münevverin bilmedig'i ve Mehmet Emin’in duymadıgfi hece aheng^ini o bildirdi vc duyurdu.
İşte bu kadar.
Bnikan harbiyle ilk dünya harbi, iHihadı anasırla
cihadı mukaddesi nıug^lAp elmişli. I3u ınag-lObiyet,
millî vezin taraftarlarını çoğalttı. Aruzla şark aultaularını övenler, on birli âşık larziylc vc yeniden yeniye
işlenen yedi yedili ve dnhn bnşkn duraklı hece ve­
zinleriyle söylemeye başladılar. Üçler, beşler toplandı
ve hece saltanatı, birdenbire kuruluverdi. Fakat ne
gariptir ki birdenbire kurulan bu saltanat, pek az
aSrdü vc yine birdenbire tarihe karıştı.
XX
Bugün
Bug'ünün genç ve dinç sanatkârları, kelimelerin
ve dilin ahengini bulmuşlar, şiirin söz söyleme san“
atı oldug;unu anlamışlar, hür bir eda ile vezin ve
kafiye saltanatını yıkmışlardır.
Onlar, ilhnınlnnnı lıakiknttan ve hakikiden alıyor­
lar. Şiirlerinde engin bir dünya görüşü, şaşma/, bir
güzellik sevgisi, derin bir acıma ve esirgeme d u y
gu9u, yenilmez bir yaşama aşkı, serbest bir neşe,
insani bir mertlik ve pürüzsüz bir halk ifadesi var.
Onların, dünyayı gÖren gözlerinde ülkemizin her
yanını görüyoruz, ö y le şiirleri var ki sıcak somun ko­
kuyor. ö y le şiirleri var ki bize yag:mur<Ian sonra duydug^umuz toprak kokusunu duyuruyor.
Edebiyatımız ruymını gördü; esneme, gerinme ve
kalkıp hayata adım alma çağalarını geçirdi. Hayata
onlarla giriyor, ileriye onlarla gidiyor.
Bu hakikat sanatı ve hakiki sanatkârlar hakkın­
da yazncng-ıiıı şey bu kadar. Bıraknhnı, bu canlılık
nasıl geldi, bu hayatı kimler getirdi, nasıl gelişti bu
»anat ve nasıl olgunlaşıyor? Dunları onInr, kendileri
tahlil etsinler vc yeni sanatm asıl yeni tenkitçileri de
aralarından çıksın.
XXI
B ir a z da musikiye dair
Islanlml
Konscrvaluvaıınııı
liiık
(?)
m u s i k i s i ko ns erini d in lerke n
Aşkın, bir vurulmak okluğunu hem bilenlerdenim,
hem duyonlardnn. Onun için bencc kulnktnn vurulmnkIn j^örcrek âşık olınnk nrnsMuln lıiçbir fark yoklur ;
resmini g-örerek sevmekle, kendisini gförüp vurulmak
ara^mda bir fark olmadığı g:ibi. Ve hepsi de insanı,
hakiki hayattan alır, bîr masal âlemine sürükler. O
âlemde bahar hayalîdir, kışın da açabilir. Kışı jjcrçek
değildir, yazm da gelebilir. Kar yazın da yajav o
âlemde, bülbül g-üzün de ö lc ı. Akaçları köksüzdür
o âlemin, g:ülleri havada açar ve uçuşur. Yerine bas­
madan yürürsünüz, îfögü yerlere döşenmiştir. Nağme,
elem, hicran, g-özyaşı... hatta infial ve kin; hatta vus­
lat ve firkat bile âşıkın kendi icadıdır ve kendi icat
ettiği âlemde âşık, sevg-ilisinin yüzüne bakar da göz­
lerinin reng^ini g^örmez. Gö/.lerine dalar da yüzünün
mânasını anlamaz. Fakat p^ünün birinde sevgilinin jrözünün rengini görürse, fakat zamanın bir anıntla
sevgilinin yüzündeki mânayı anlarsa o anda ayağının
altındaki yer kaymış, başının üstündeki gök uçmuş, o
âlem yok olmuştur, işte, o an bu korkunç yoklukta
başı dönen değilde, aklı başına gelen âşık, derhal
sevgilinin boyunun bir parça kısa, vücudunun biraz
hantal, yürüyüşünün çok kırıtkan, yüzünün pek ıırıt-
163
kan oUltıg:ıınıi; hnHa burnıırnın egricc, snçlnnnın asî
bulıııultıj;j^ti()iı j^örınliş, nnintnışitr. Artık scvjj-i Ijilıniştir ve scvg-ilinin kusur deften, âşıkın önünde nçılmı?t>r. Pek az bir müddet sonrn aşk kine, hiddet ve
nefrete rlöner. Kısa bir rnman j^onrnysn acımak ve
mihimscmemck, aşkın son demlerini, ıınulnıny» teslim
eder j^idcr,
Ute ^^eçen nkş.'^m senin seıini dinlerken ben bun­
ları dit.ijiinüyordnm ncvfjili. Rir rnınnnlnr
sesle
ümitlerimin sesini duynr, hicranlarımın ag;layışını gö­
rür, elemlerimin coşuşıınıı sc7:er, bir romanlar o sesi
benim sesim sanır, ruhumun ufuklarını sar:m o ahen­
gin, ruhumun derinlerinden, ta derinlerinden g;eld ijine inanırdım. Fakat îfeçen akşam, birden bir
âlemin yıkıldığını jjörlerimle g^ördüm. Ne kadar deg^işmişim ben, g-eçen akşam anladım. Düşüncenin
duyg'usu, günden güne iyiye, î^üzele ve fferçcg-e baj^lanış, doğruya İnanış, lek sör.le muhakemenin, şuu­
run. şuursuz, duyjruya zaferi, jsrüzellîğinin mağlu­
biyetiyle neticelendi sevg-ili. Senin sesinde insanın
sarsılmaz imanı, senin sesinde insanlığın dileği yok.
Sen, ne tabiahn sesisin, ne benim sesim. Gürleyen
j^ökler, köpüren denizler, uğuldayan ormanlar; bağı­
ran, haykıran, kıvranan insanlar, senin sesini duymu­
yorlar bile. Matla durjjun ve mehtaplı bir denir.in
çekişi, yıldı?,İl vc aysız bir j^ecenin daveti, sessiz bir
ormanın içli sükûtu; bir insanın .sakin j^özyaşları,
boynu bükük tevekkülü; jfözlerde parlayan neşe, du­
daklardan uçan »aadct, vakur bir eda, temkinli bir
U6
duru^, yahut çapkın ve .^uh bir yürüyüş bile yok
sende. Yere bir türlü inmiyorsun, fakat ^Ökte de
değilsin- Sen ancak huzuru hümayunda, ynlıut bir
tekke ayininde dinlenebilirsin; fakat tarihin sesi de
değ^ilsin 3en. Sen, divan edebiyatının nağmeaisin; di­
vanemin ahengisin. Divan edebiyatında ne varsa
sende var ve divan edebiyatında neler yoksa sende
de yok. Taş kesilmiş yekpare bir deha olan Süleymaniyenin şiirini, senin nağ;mclevinde duymak iste­
yen, o insani dehanın şiirini Bâki’den duymak iste­
yen kadar biçaredir! Bütün tarih boyuncu sen, hiçbir
vakit halkın sesi olaınadm, halktan yetişen dehaya
nerden yükseleceksin ? Zaten halkı görmedin ki sen.
Divan edebiyatı gİbi sarayda ve konaklardaki bucaIsında fısıldadın, çerag-an safalannda, mehtap y^ezintilerinde mırıldadın. Dimdik erlere değil, kırıtan d il­
berlere «Serv-i bülendim» dedin; elleri nasırlı, tunç
yüzlülere değil, hanım elli g^üneş görmemiş çâr-cbrûlara
<şâh>ı levendim» diye hitap ettin ve daima fırsat
kaçırmadan hünkâra döndün, «şensin efendim» nağ­
mesinde karar kıldın.
Hoş g^ör seyg^ili, belki nağmelerin gemiler g^eçmiyen bir ummanda çalınır, fakat orada da dinleye­
cek kimsecikler yok. Eğer nrada bir »enin nuğmelerini dudaklarıma alırsam emin ol ki bu, bir zaman
sevilen ve sonra tcrkcdileuin adiyle biı miıddel i^crkesi çağırmamıza benzer, alışkanlık. Sinelerinden sız­
dığın aletlerle beraber boynun bi^küldü artık zavallı
görünmeyen, görülmeden sevilen eski sevgili l
Son
Bir varnuş, bir yokmuş. Râviyârri ahbnr ve nâkilân-ı âsâr vc muhodcl»sân-ı Tf^y.jjâr şöyle rivayet v c
böyle hikâyct ederler k» ; Vnklü znmnnîyle bir Hı*
vnn ctiebiyni», bit cic tUvnn
vnrmış. BunUr,
bir dervişin verdiği bir elmadan mcydnna gelmişler.
Birbirlerine o kadar benr.erlermişİji .bir eimnnm ya­
nsı o, yansı öbürü. GOn j^örmcz yerde yetişmiş bu
şehzadeler. Pek nazik nâ/.istan çelebilermiş. Kuş \ıçmaz, kervan geçmez, yılan baraagını sijıtimez güllük,
gülûstanlık yerlerde zumrüdüanka eti yemişler, kuş
s«dü içmişler. Bir tek sevjçilileri varmış, görmede*
âşık olmuşlar. Bir tek nağmeleri varmış, duyulmadan
söylemişler. Pek bağdaşmış birbirine bu iki dilber.
Ağlamışlar, gülmüşler, sararmışlar, solmuşlar, îğ*e
ip lije dönmüşler. Derken günün bîrinde yineş dc|’muş> murat alıp murat veremeden erimiş gitmişleri
Yarım asır önce Divan Edebiyatına
Sâbir
D İL B E R
Şâirlerimizin yazdıkları
gazellerin tasviri
A y alnun ay yüzün güneş ay gaşlarun keman
Ciyran gözün garışga halın kâkülün ilan
A l mâ çinen çinende zenahdan derin guyu
Kirpiklerün gamış dudağun bal ienün ketan
Boynun surâhı bûy buhun bir ucâ çenâr
Endâmun ağ gümüş yanagun gırmızı enâr
H â lü n yüzünde buğda başundâ saçan gurâb
Gah gah garibe gülmelisin
hânnman - herâb
H o p - hop - n â m e , S. 152
R e s i m , S 152 u in ilAveüidir, aynen ku p ya e d ilm i ş t ir .
ilk şuurlu isyan; H o p - h o p - n â m e
(ölünnü 1911)